Yüklü bulutlar gibi zeytin ağaçları, hevesli genç fidanlar, üç yüz senelik kadim ve bilge yaşlılar. Hiç acımadan söküyorlar onları. Köklerimizi söküyorlar. Bin yıllık hayatımızın köklerini. Gri ve yoksun hayatlarını dayatmak, kanımızın son damlasını çıkarmak için, ümüğümüzü bir kez daha sıkmak, şarap yapılan üzümler gibi, posamızı çıkarmak, bizi bir gazabın cehennemine zorlamak için. Zeytinleri söküp yerine termik santral dikeceklermiş bir utanç anıtı gibi.

Topraktan ürettiklerimiz para etmez oldu. Unuttukça zanaatimizi, gübreye, ilaca, mazota, onların sattıkları tohuma mahkûm edildikçe biz kendi topraklarımız üzerinde ne yapacağımızı onlar söyler oldu. Zeytin olmayınca, pamuk olmayınca, tütün olmayınca, toprak olmayınca hayatımızda bizi madenlere sürüyorlar, güvencesiz, boynu bükük, ucuzlatarak hayatlarımızı tıkıyorlar fabrikalara.

Zorlaya zorlaya onları sınırladığımız kendi kanunlarını çiğniyorlar şimdi. Anayasa’nın 45. maddesini, 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı, Yabanilerin Aşılattırılması Hakkında Kanun’un 17. ve 20. maddelerini. Aceleyle “kamu”laştırmaya kalkıyorlar. Soruyoruz, yurt savunması mı mevzubahis, harp durumu mu var? Hangi olağanüstü halin içindeyiz ki “acele kamulaştırma” yapmaya yelteniyorsunuz? Hukuksuzluğun, arsızlığın karşısına dikilen kadınları saçlarından tutup sürüklüyorlar. O kadınlar ki cefasını çekmişlerdir bu dünyanın. Cefaları o tutup sürükledikleri saçların beyazındadır. Ama bu aç gözlülüklerinin sebebi yalnız oradaki termik santral değil süphesiz. Zeytinlik yasasını değiştirip Akkuyu Nükleer Santralı’nda önlerindeki en büyük engeli ortadan kaldırmak niyetindeler. Yırca’da test ediyorlar direncimizi.

Bizi soktukları madenler çöktü. Bir yandan “büyük devlet” olarak Avrupa’daki iş cinayeti birinciliği, dünya ikinciliklerini kutlarken, 301 işçinin can verdiği Soma’nın üzerine, 18 işçiyi gömdükleri Ermenek’in üzerine şimdi çıkıp “iş güvenliği paketi” diyorlar. İçine koydukları para hortumlarını saymıyorum, dalga geçer gibi bunca ölüme yol açan, canları pahasına işçileri madene indirten rödovans sistemini kaldırmak bir yana 5 yıldan en az 15 yıla uzatıyorlar. Suratımıza tükürüyor, ölülerimizin üzerine basıp geçiyorlar. Ölülerimizin üzerine bin odalı Versailles Sarayı’nın bilmem kaç katı saraylar kuruyorlar.

Işte Nasuh Abi, durumumuz budur. Ben seni yıllardır, neredeyse yarım asırdır tanıyan arkadaşlarından değilim. Ne de benim bildiğim bir kan bağım var seninle. Arkandan ağıt yazmayacağım. Yas tutanların yaslarına hürmetim sonsuz ama haddim değil… İşte bu saatte beni sana, hepimizi kendi tarihimize ve geleneğimize bağlayan o bağı imdada çağırıyorum. “Geçmişi tarihsel olarak kurmak” der Benjamin “Onu gerçekten olmuş olduğu gibi” tanımak değil, “Tehlike anında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir.” Şimdi o geleneğe dönüyor ve senin parlayan anını bugüne çağırıyorum. Ve diyorum ki: Tarih bizi yalnız yaptıklarımız için değil ve belki en çok yapamadıklarımız için yargılar. Bu zalimlere bir arada gereken yanıtı vermezsek, hayatı savunamazsak bunu yapamadığımız için, tarihin mahkemesi hepimizi bununla mahkûm edecek. Eğer yere düşen zeytin ağaçlarının hatrına, madenlere tohumlar gibi gömülen madenciler hatrına, hergün hergün kanımızın son damlasına kadar sömürülen binler olarak, kendilerini Versailles’dan beş kat büyük saraylara layık görenleri, o saraylarda oturanların akibetine uğratamazsak bize yazıklar olsun. Bu yolda yürürken, an’ın an’ımıza ışık olsun.