ABD tarafından başlatılan savaşları ele alan kitap ve filmlerin birçoğu, savaşı yücelten işlerdi. Hatta bazıları şiddete ve şovenizme düpedüz övgü niteliğindeydi.

Savaş, çatışma cehennemdir

Peter MAASS

Savaş, cehennemdir. Bu sözü sık sık duyuyoruz. Bu laf klişeleşmiş olabilir, fakat diğer bir klişe de şudur: Savaşın vahşeti, insanda merak duygusu uyandırır.

11 Eylül sonrası ABD tarafından başlatılan savaşları ele alan birçok kitap ve film yayımlandı. Bunların birçoğu, ABD askerlerini ve savaşı yücelten işlerdi. Hatta bazıları şiddete ve şovenizme düpedüz övgü niteliğindeydi. Bazıları ise savaşın “karmaşık” doğasına dair daha dürüst tasvirlerde bulunuyordu. Her halükarda, savaşın edebi tasviri, beraberinde büyük bir sınav getiriyor. Bir yazar savaşın “insanlığı yok eden” doğasını ve insan öldürmenin korkunçluğunu ne kadar betimlemeye çalışırsa çalışsın, küçük dozda olsa da bir “kahramanlık” mesajı çıkıyor ve gelecek nesiller için “aksiyonun bir parçası olma” isteğini besliyor.

KAHRAMAN OLMAK

ABD’nin “bitmeyen savaşları” sırasında denizci olarak görev yapan Lyle Jeremy Rubin, yayımladığı yeni biyografide bu ikilemi ele alıyor. “Şu kadarı kesin; bir Amerikalı için savaşta ölmek, kahraman olmaktır” diyor. “Savaşta ölümün kıyısına gelmek de kahraman olmaktır… Savaşa gitmek de kahraman olmaktır… Amerika’nın savaşları, Amerikan kahramanlığıdır.” Savaş karşıtı bir kitap yazmaya çalışıyorsanız, nasıl yazacaksınız ki kitabı okuyan kişi bir nebze olsa da “kahramanlığın tadına bakma" arzusu içine düşmeyecek?

Rubin’in kitabı Afganistan savaşından bir çatışma ile başlıyor. Bu çatışmaya dair tasvirler yalnızca birkaç sayfa uzunluğunda. Sonrasında ise Afganistan savaşına tekrar dönmemiz 200 sayfa kadar ayrı bir okuma gerektiriyor. Rubin, Ulusal Güvenlik Ajansı’nda başlayan yolculuğunu detaylıca tarif ediyor. Rubin, bu işi yaparken yaşadığı aydınlanmalardan birini şöyle aktarıyor: “Adınıza kayıtlı bir SIM kartı dahi varsa, ABD sizi kolayca yok edebilir.” Üstelik, ABD’nin bu gibi istihbarat imkanlarını pervasızca kullandığının da altını çiziyor.

ABD MİLİTARİZMİ

Anılarını aktarırken ayırdına vardığı diğer bir gerçek de, Irak ve Afganistan savaşlarının, iyi niyetle hareket eden, küresel süper güç konumundaki bir ülkenin “masum birer hatası” olmadığı. “Kabullenmeye hazırdım, problemin başlıca kaynağı ABD militarizmiydi” diyor.

Kitabında Amerikan militarizminin baskı araçlarının yalnızca “yabancılara” yönelik olmadığını, Amerikalıların da aynı baskı araçları tarafından ezildiğini söylüyor. Kişisel yolculuğuna üniversite çağındaki bir Cumhuriyetçi olarak başlıyor, görevini yaptıktan sonra ise “Wall Street’i İşgal Et” eylemlerine destek veren bir muhalife dönüşüyor. Bir anlamda, 11 Eylül kuşağı için bir “karakterin gelişimi” romanı okuyoruz. Yahudi bir genç olarak erken yıllarından, ilk cinsel tecrübelerinden, askeriye kültürüyle ilk karşılaşmalarından, kimliğinin askeriye tarafından nasıl yeniden inşa edildiğinden ve sivil hayattaki kız arkadaşıyla sürdüremediği ilişkisinden söz ediyor. Birçok insan gibi kendisi de kim olduğundan ve neye inandığından şüphe ediyor.

2010 yılında Afganistan’a ulaştığında Rubin, yaptığı “işe” dair şüpheler taşıyor. Afganistan savaşı anıları kitapta toplam 40 sayfadan az yer tutuyor ve farklı bir yazı tipiyle basılmış. Bu da okuyucuya bir tür “kitap içinde kitap” izlenimi veriyor. Bana kalırsa bu bölüme yer vermekteki amacı, cephede yaşadıklarını detaylıca aktarmak değil, daha ziyade “Tamam, savaş hakkında kitap yazmak için biraz ‘gürültü, patırtı’ aktarmalısınız, alın size” demek.

Tipikleşmiş asker anılarında, kahramanımız yolculuğuna masum bir insan olarak çıkar ve savaşın felaketlerine tanıklık eder. Charlie Sheen’in yer aldığı “Müfreze” filmini düşünebilirsiniz. Rubin’in kitabında sayfaları çevirdikçe açığa çıkan “felaket,” aslen ülkesinin durumunu ve amaçlarını ilgilendiriyor. Afganistan görevi için yola çıktığında, bu konudaki düşünceleri halen net değil. “Zihnen ve entelektüel olarak, imparatorluğu tüm çıplaklığıyla görmeye hazır değildim. Fakat imparatorluğun bir neticesi ve güvencesi olarak kendi rolümle ilgileniyordum. Zihnimde birbiri ile çelişen bahaneler, yanılgılar ve hiddetler vardı.”

Zihninde dönen politik sorulara rağmen Afganistan’da geçirdiği süre esnasında, yabancılara şiddet uygulamanın barbarca cazibesiyle mücadele ediyor. Direnişçileri ‘avlamak için’ devriyeye çıkmadan önce diğer askerlerle şapelde toplanıyorlar ve “Tanrım, o korkak ahmakları yakalayıp öldürmemize izin ver” gibi dualar ediyorlar. Fakat devriye son anda iptal ediliyor ve Rubin “Gerçek şu ki, herkes gibi ben de aksiyon görmek istiyordum. Dolayısıyla hayal kırıklığına uğramıştım” diye yazıyor.

Kitabın gücü, anlatıcının kaydettiği gelişimden değil, daha ziyade bir yandan şiddet özlemi çekmesi ve aynı zamanda bu özlemden utanç duymasından geliyor. Evet, anlam bulmaya çalışıyor fakat anlamlandırmaya çalıştığı şey kendisi değil, Amerika’nın ruhu. Sanırım bir rafa 100 tane savaş anısı kitabı koysanız, hepsinin toplamındaki “düşünür referansları” Rubin’inkine yetişemez. Kitabında Herbert Marcuse, Susan Sontag, Noam Chomsky, Simone Weil, Joan Didion, Dwight Macdonald, Carl Schmitt, Friedrich Hayek, Michel Foucault, Samuel Freeman, Sigmund Freud, H.L. Mencken, ve Guy Debord gibi düşünürlerin yanı sıra Sylvia Plath ve Czesław Miłosz gibi edebiyatçılara da atıf yapıyor.

NEFRETE SARILMAK

Fakat bu durum, aynı zamanda Rubin’in zayıflığı. Savaş günlüklerine dair kitapların savaş meydanından ya da birlik karargâhlarından pek uzaklaşmamasının sebebi, delilik ve şiddet içeren anıları okuyucuya cazip ve ilgi çekici şekilde sunmanın kolaylığından geliyor. Ben de savaş hakkında bolca yazdım ve bunun sebeplerinden biri de, savaş hakkında yazmanın kolay olması. Anlatınızda yer verebileceğiniz onca vahşet ve dram varken, okuyucuların ilgisini cezbetmek nasıl zor olabilir ki? Rubin bu eğilime direnmeye çalışıyor fakat bir itirafta da bulunuyor: “Amerika’nın ucuz fakat kazançlı savaş takıntısını teşvik etme riskini almazsam, geçmişimden ve politik görüşlerimden bahsetmem mümkün olmayacak. Görevimin sahteliğini anlatmak için, önce gerçekliğini tarif etmeliyim.”

Rubin’in dili zaman zaman değişken ve bulanık. Bunların bazıları editörünün tercihlerinden kaynaklanıyor olabilir. Kendisi her sayfada Pulitzer’e layık ustalık göstermese de, sözcüklerin ustası olan diğer isimlere başvurmasını biliyor. Kitabında yer verdiği alıntılardan biri James Baldwin’e ait. Baldwin bu satırları yazarken, savaştan söz edmiyordu. Fakat satırları Rubin’in anılarıyla derin bir uyum içinde: “İnsanlar nefrete dört elle sarılırlar. Çünkü nefret bittiğinde, acıyla başa çıkmak zorunda kalırlar.”

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: The Intercept