Savaşı kutsayanlar onu anlayamaz

AYLİN SAMANCI ELMASDAĞ

Altay Öktem, Thomas Düşlerken adlı yeni romanıyla okuyucuyla buluştu. Romandaki dönemler açısından zorunlu olarak eski İstanbul’da geçiyor macera. Biz de Altay Öktem ile yeni kitabıyla ilgili koyu bir sohbete giriştik.

-Thomas Düşerken düşle gerçeğin birbirine geçtiği bir roman. Okuyucu gerçekle düşü hiç bir zaman ayıramıyor ve hep kafasında sorular kalıyor. Her okuyucu kitabı farklı yorumlayabilir aslında.
Tam da bu yüzden Thomas Düşerken çok gerçekçi bir roman. Düşle gerçek, zaten hep iç içe değil midir? Sadece edebiyatta değil, gündelik hayatta da. Yazma sürecinde, hayali bir kahraman mı yarattım, yoksa Thomas Dumas diye biri gerçekten var da, onun hayatını anlatan biyografik bir kitap mı yazıyorum diye çelişkiye düştüğüm anlar çok oldu. Hem çok gerçek biri, hem saçma, hatta absürt bir adam, hem bir dâhi, biraz sapık, çokça filozof... Bir yandan da, romanın asıl kahramanı değil aslında. Asıl kahramanlar Anders Bauman ile Maria Saura. Onlar da en az Thomas kadar düşe bulaşmış. Ama okurlardan gelen ilk tepkiler şu; romanı okuyanlar tüm bu isimleri google’da arıyor. Söylediğiniz gibi okurun kafasında sorular oluşuyor ve okur bu soruların cevaplarını kurgusal dünyada değil, gerçek dünyada arıyor. zaten yapmak istediğim, bu iki dünya arasında bağ kurmaktı.

-Bu tarz bir kurguyu romanda uygulamanın aslında bazı tehlikeleri de olmalı bir yazar için. Yazarken böyle bir endişeniz oldu mu?
Tehlikenin farkındaydım ama açıkça söyleyeyim, hiç endişem olmadı. Çünkü tehlikeli olduğu kadar da eğlenceli bir kurguydu bu. Ben daha çok eğlenceli yanına odaklandım. Kibrit çöplerinden şato yapmak gibi. Aradan bir çöp kayıp düşerse bütün yapı çöker! Eğlencesi de bu tehlike zaten. İlk sorunuzdaki, “her okuyucunun kitabı farlı yorumlayabilme” ihtimali de bu tehlike/eğlence ikilemine dahil aslında. Yine bana ulaşan birkaç yoruma değineceğim; aklımla oyun oynuyorsun diyen bir okur oldu mesela, okurken sürekli güldüm, kitap bitti hâlâ gülüyorum diyen biri oldu, soluk soluğa okuduğum bir macera kitabı diyen de oldu. Bir yanıyla keyifli bir macera kitabı, bir yanıyla aklı karmaşaya sürükleyen bir yap-boz. Kim neyle yüzleşmek istiyorsa, onu bulabilir bu romanda.

-Kitabın finalinde sizin sonsöz bölümünde yazdıklarınız özellikle okuyucunun iyice kafasını karıştırıyor. Kendinizi de bu dünyanın içine sokmuşsunuz bir yandan da.
Aslında bu dünyanın hep içindeydim de roman boyunca saklanmaya çalıştım. Sonsöz’de itiraf ettim bu gerçeği. Hep içinde olduğum için de çok içtenlikle yazabildiğimi sanıyorum. Aslında, bir romanın kahramanları oldukları için romandaki tüm karakterler kurgu. Ama gerçek gibiler. Romanın akışında okuru şaşırtan bir şey yok. Roman karakterleri gerçek sanıldığı için kafa karışıyor biraz, kitabın sonlarına doğru, tamam, hepsi kurguymuş deyip rahata kavuşuyoruz, sonsöz’de hepsinin gerçek olduğu kuşkusuna kapılıyoruz tekrar. Romanın dili çok yalın aslında. Edebiyat oyunları yok. Gerçekten sürükleyici bir macera kitabı gibi okunup kenara koyulabilecek yapıda. Ama karakterler açısından bakılınca, gerçekle düş, düşle kurgu iç içe geçtiği için okur bir an durup hayatı ve gerçekliği sorgulamaya başlıyor. Kim ne kadar sorgulamaya meyilliyse, o kadar sorguluyor. Buna hiç niyeti olmayan da, bir macera kitabı olarak okuyup kenara koyabiliyor. Yazar olarak ben karışmıyorum, yönlendirmiyorum. Bir sürü kapı açıp herkesi kendi haline bırakıyorum aslında.

-Kitap uluslararası bir macera.Paris’ten başlayıp İstanbul’a varan bir macera. Bir tür yol kitabı diyebilir miyiz Thomas Düşerken’e.
Diyebiliriz elbette. Bir anlamda, Paris’ten başlayan, önemli bir bölümü Münih’te, Füssen’de geçen, Stockholm’e ulaşan, 1970’lerin ve 1990’ların İstanbul’una da uğrayan, uğramakla kalmayıp İstanbul’u merkezine taşıyan bir yol kitabı. Başka bir açıdan da, zamanda yolculuk. 1940’lardan 1990’lara kadar, yani Thomas Dumas’ın çocukluğundan Füssen’deki uçurumdan düşüp öldüğü tarihe kadar, bütün zamanları kapsıyor. Bu daha çok Thomas’ın yolculuğu. Anders’le Maria’nın yolculuğu bir anlamda Thomas’ın izini sürerek gerçekleşiyor. Onun geçtiği yollardan bir daha geçerek yolu belirginleştiriyorlar aslında. Arada aşk, tutku ve özellikle Anders’in başına gelen trajediler. Yol, hem hiç yaşanmamış duygulara yol açıyor, hem ölümle burun buruna getiriyor.

-Thomas sayesinde sizin de fotoğrafla yakın ilginiz olduğu görülüyor. Bu ilgi bu kitapla mı başladı?
Fotoğrafa her zaman ilgim vardı. Gençliğimde birçok karma sergiye katıldım, kişisel sergiler açtım, sonra fotoğrafa veda ettim. Ama bir izleyici olarak ilgim hiç azalmadı. Bir roman karakteri olarak Thomas’ı seçmemde bunun etkisi var elbette. Günümüzde görme ve özellikle de görünme biçimi olarak fotoğraf çok ön plana çıktı. Ama fotoğraf sanatı, gerçekliği yansıtma ya da gerçekliği kırıp bambaşka bir gerçekliğe dönüştürme sanatıdır aslında. Günümüzde ise, gerçekliği yapaylığa dönüştürmenin yaygın bir enstrümanı olarak kullanılıyor. Thomas Dumas, bir yanıyla fotoğraf tarihini de özetleyen bir karakter. Onun geliştirdiği, onun adıyla anılan tekniklerin hiç biri fotoğrafçılık tarihinde yok aslında. Sadece romanda var. Ama olabilirdi. Olmaması için hiçbir neden yok ki.

-Thomas Dumas’ın kitapta sapkın eserler olarak bahsedilen fotoğraflarını bir sergide görme ihtimalimiz olacak mı?
Sanıyorum 2018’in Nisan ya da Mayıs ayında Thomas Dumas fotoğraflarından oluşan bir sergi açılacak. Kitabın yazılma aşamasında, bu karakterden haberdar olan, farklı sanat disiplinlerinden bazı arkadaşlarım farklı projeler geliştirdiler. İlk başlarda bu projelerle epey ilgilendim, ancak benim bilgim, tecrübem olmayan alanlar olduğu için, bir süre sonra geri çekildim. Şu sıralar Thomas Düşerken bir tiyatro oyunu olarak hazırlanıyor. Bildiğim kadarıyla sergi için çalışmalar sürüyor. Bir giyim firmasının, Dumas’ın 50’li, 60’lı, 70’li yıllarda çektiği fotoğraflardaki kıyafetlerden oluşan bir kreasyon oluşturması ve bir defileyle bunu sunması da söz konusu. Ayrıca kısa filmini çekmek için de benimle görüştüler. Açıkçası, Thomas Dumas benim yarattığım bir karakter ama sadece roman karakteri değil, bir anlamda yaşayan bir karakter, o yüzden benden onay almaya gerek yok, herkes istediğini yapabilir, dedim. Neler yapılacak, bu projelerin ne kadarı gerçekleşecek, ben de merak ediyorum. Çağırırlarsa davetli olarak gider izlerim.

-Thomas’ın geçirdiği travma ve sonrasındaki fotoğraflarının içeriği acaba savaş sonrası yaşanan bir travmanın sonucu mu?
Thomas Dumas’ın kendini fotoğrafa vermesi ve kendini ancak fotoğraf çekerek ifade etmesi bile savaş sonrası yaşanan travmayla ilgili. Dilsiz kalması da bir metafor olarak okunabilir burada. Konuşamıyor, ancak fotoğraf çekiyor ve göstererek kendini ifade ediyor. Bir dönem çektiği fetiş fotoğraflarında da savaş travmasının etkisi söz konusu. 8 yaşındayken, yaşadığı kasaba savaş uçakları tarafından bombalanıyor. Çiftçilik yapan, kendi halinde yaşayan insanların başına neden bombalar atıldığını kimse açıklayamaz. Zaten dünya tarihine bakın, kimse açıklayamadı bunu. Kimsenin açıklayamadığı şeyi küçücük Thomas kendine nasıl açıklasın? Açıklayamadığı için kendine ait bir dil oluşturdu belki de. O yüzden, hayatı boyunca tam olarak anlaşılamadı Thomas. Savaşı kutsayanlar onu anlayamaz.

-Romanda İstanbul kilit bir yer teşkil ediyor. Özellikle eski İstanbul. Neden hep eski tarihi mekanlar var? Dönüşen değişen İstanbul’a karşı bir başkaldırı mı?
Romandaki dönemler açısından zorunlu olarak eski İstanbul’da geçiyor macera. Tarihi mekânların yer alması da dönemsellikle ilgili. Benim, kişisel olarak değişen, dönüşen İstanbul’a karşı bir tepkim, başkaldırışım var tabii ki. Ancak Thomas Dumas’ın bundan haberi yok. Onu 1990’ların başında kaybettik maalesef.

Fotoğraf: Zeki Çelik