Çözer her şeyden önce, efsanevi Roma Kralı Numa Pompilius’un koyduğu söylenen cinayet yasasını bozuyor. Dizi tavrı nedeniyle kahramana hak vermemizi de istiyor, hatta bazen gereksizce aşırı altını çizerek yapıyor bunu.

'Saygı'sı kalmamış bir dünyayı rehabilite etmek

MURAT TIRPAN

Behzat Ç'nin İngilizcesiyle spin-off'u, Türkçesiyle kardeş dizisi Saygı, BluTV'de izleyici karşısına çıktı. Baştan itiraf etmek gerekirse diziden pek umudum yoktu, ne de olsa Behzat Ç. gibi bir dizide birçok izleyici gibi ben de en çok Çözerli kısımlardan hazzetmiyordum. Bu haz etmemenin temel nedeni Nejat İşler'in oynadığı karakterin dizinin atmosferine ve anlatım tercihlerine aykırı olmasıydı. Nihayetinde biz Behzat ve ekibini, samimiyetlerinden ve gerçekçiliklerinden dolayı seviyorduk. Gayet iyi bildiğimiz mekânların, çoğu oyuncu olmayan kişilerin oynadığı her gün sokakta görebileceğimiz yan karakterlerin, gündemdeki bilumum mevzuların iyi bir terkibiydi dizi. Arka Sokaklar'a meylettiği anlarda bile burun kıvırmıyorduk. Ana karakterleri ise kahraman falan değildi aksine son derece defolu, son derece yaralı ve memleketin bitmek bilmez ıstıraplarıyla boğuşan sıradan polislerdi. Bütün bunların içinde kerameti kendinden menkul biri olarak Ercüment Çözer bir görünüp bir kayboluyor Behzat'ı da kendisi gibi dizinin sokaklarından kahramanlık evrenine çekmeye çalışıyordu. Bu yüzden onun hikâyeye girdiği kısımlarda dizinin gerçekçi tonundan uzaklaşıyor adi suçlara ve tabiri caizse "adi aşklara" geri dönmek istiyorduk. Bu yüzden Çözer'in kendine ait bir diziyi sevebilir miydik?

Karşımızdaki iş beklediğimiz gibi amirimin dünyası kadar gerçekçi değil, tutturduğu dramatik yapı daha Batılı, evreni daha sentetik, hikâyesi daha kahraman odaklı. Ama öte yandan en azından karşımıza çıkan iki bölüm için söyleyebiliriz ki Saygı zaman zaman yapaylaşmasına ve mantığı zorlamasına rağmen hiç de fena görünmüyor. Her şeyden önce akıllıca bir tercihle mekânın Ankara'dan İstanbul'a taşındığını söylemek gerek. Kuşkusuz Ankara'nın kasvetli sokakları Behzat'a ne kadar yakışıyorsa İstanbul'un Boğaz manzaralı gösterişli mekânları Çözer'in entrikalarına daha uygun. Ama iki dizinin plastiğini bir kenara bırakarak zihniyetlerine bakarsak asıl ayrımın orada olduğunu görürüz. Saygı tüm oyunbozanlığına ve çıkıntılığına rağmen son tahlilde adalete ve hukuka inanan amirimin tersine çivisi çıkmış düzenin yeniden tesisi için bireysel müdahalelerden yana.

Saygı'nın Ercüment Çözer'i dizinin başındaki meyve suyu ikram edilen davette devletten aldığı ödülü çöpe atarak rengini belli ediyor, devlet artık ondan bir şey beklemenin anlamsız olduğu bir durumda, görünen o ki bütün meselelerimizi kendimiz "çözecek" bütün saygısızlıkların cezasını kendimiz vermek durumunda kalacağız. Bu argüman her ne kadar özellikle yetmişlerin sağcı Amerikan filmlerindeki kahramanların tavrını andırsa da öte yandan ahvalimize dair bir kritik soruyu çekinmeden soruyor: Bir insan yasaya ve uygulayıcısına güvenemez hale gelirse ne olur? Ortalık kontrolsüzce kendi adaletini arayanlara ya da adaleti bir reyting unsuru olarak kullanıp meşhur olan Hasret Yakar’da hayat bulan TV sunucularına (kimi andırdığı çok açık) kalır.

Çözer her şeyden önce, efsanevi Roma Kralı Numa Pompilius’un koyduğu söylenen cinayet yasasını (“Özgür bir insanı kasten öldüren kişi katil sayılır”) bozuyor, bunu da malikanesindeki bir bölümün adındaki gibi toplumu "rehabilite" etmek adına yapıyor. Dizi tavrı nedeniyle kahramana hak vermemizi de istiyor -en azından şimdilik- çizdiği tüm Türkiye tablosuyla bu ahval ve şeraitin çıkmazını göstererek, hatta bazen gereksizce aşırı altını çizerek yapıyor bunu. Gezi'nin sembolü olmuş Duman'ın "Eyvallah" şarkısı eşliğinde aralara giren gerçek görüntüler tanıdık; her gün sosyal medyada gördüğümüz adaletsizlikler, tecavüzler, anlamsızlıklar... Dizinin tabiriyle saygısızlıklar... Durumun tarifini dizide de sahnelenen Shakespeare oyunu Fırtına'nın repliklerinden birini ödünç alarak daha iyi anlatabiliriz sanırım: "Cehennem boşalmış, bütün şeytanlar burada!"

Böyle bir ortamda Çözer, Batmanvari bir adalet meleği aslında (sonra Harvey Dent'ini de göreceğiz sanırım Tansu Biçer'in karakterinde). Hatta belki Aristocu bir "kararındalıktan" dem vurup Batman'le Joker arasında bir yerde demek daha doğru olur. Dizi bununla da kalmayıp yine akıllıca bir seçimle denkleme yine sevgisiz ailelerden, saygısız insanlardan mustarip iki genci de sokuyor, Helen ve Savaş. Manidar isimlere sahip bu karakterler (malum Helen yüzünden tarihin en büyük savaşlarından biri çıkmıştı, Truva) uğradıkları tacizler sonucu istemeden katil olduklarında Çözer'in yanında saf tutuyorlar. Spirited Away'dekine benzer maskeler takıp adaleti kendileri yerine getirmeye çalışıyorlar. Ercüment'inki gibi sistematik ve entelektüel olmaktan uzak, daha çok genç bir cesaretle intikam isteğinin terkibiyle hareket eden bu çocukların anti-kahramanla birlikteliği nereye evirilecek birlikte göreceğiz, ancak bildiğimiz Çözer gibi güçlü bir karakterin yanına düşen bu iki yeni yetmenin diziyi daha politik bir yere taşıdığı. Çünkü böylece "müdahale etmek" için sınıfsal bir ayrımın gerekmediği, sıradan insanın da çileden çıkıp adalet dağıtmaya kalkabileceğini görüyoruz.

Helen ve Savaş'ın da devreye girmesiyle dizinin yaklaşımı bir tür Benjamin'in Mesiyanik Şiddet kavramına doğru savuruyor zihnimizi ya da daha iyisi Bataillecı grotesk çocuğu düşünmek olabilir. Benjamin de Bataille de (elim sende oynayanlar olmasa da) geçmişte harabelerin içinde dolaşan bir çocuk tasvir ederler, gelecekte geçmişin bütün acılarına dair tepki verecek bir çocuğu. Benjamin'in 'Mesiyanik Şiddet'i bu acı çekmiş çocuğun topluma ileride vereceği tepkilerden biridir; bu tepki "ezilmiş olan, bastırılmış olanların, iktidar dışında bulunanların ve iktidar kurmak gibi bir amacı olmayanların" şiddetidir. Devletin yıkıcı bir özelliği vardır, yeni bir yasa talep eden değil yasanın yazgısını kıran bir pratiktir. Benjamin'e göre bu tür bir şiddet "bir yasayı ortadan kaldırıp yeni bir mitik düzen tesis eden bir şiddet değil, tamamen yasanın yazgısından özgürleşen bir düzen" talep eder. Öte yandan Bataillecı grotesk çocuk ise umudun tumturaklı bir temsilcisidir. Her şeyin en başından bilincine varan ve tüm şiddeti kavrayarak bunu dönüştüren Mesih’in kendisidir. Bireysel bir değişim ve dönüşümü güdülemektedir. Saygı'daki gibi çocukluğunda elim sende oyununda sürekli ittirilenlerin deneyeceği bir dönüşümdür bu. Elbette bu bireysel tepkiyi, şiddeti kayıtsız övüyor değiliz, bunun -hele bu distopik dünyada- ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyoruz.

Saygı yasayla, devletle, sürekli ittirilmenin acısıyla, şiddetle ve elbette adaletle ilgilenen bir dizi. Bütün bu ilgi anlamlı bir dramatik yapı içerisinde sürüp tatmin edici bir nihayete erebilecek mi şimdiden bilmek çok zor, umuyoruz sadece. Ama yapmaya çalıştığı şey bile "saygıdeğer"