Seçimlerin demokrasiyle uzaktan-yakından ilgisi yok!

KONUK YAZAR FİKRET BAŞKAYA

Aylardır, haftalardır ülkenin gündemi bir tek soruya kilitlendi: Kim kazanacak? Oysa, sorunun cevabı belliydi. Her zamanki gibi 70 yıldır kim/kimler kazanıyorduysa yine onlar kazanacaktı... Seçimler yapıldı bu sefer de kim hükümet kuracak, nasıl bir koalisyon olacak sorusu gündemin odağına yerleşti. Bunun cevabı da sonuçları açıklanır açıklanmaz verilmişti; ‘nasıl bir koalisyon’dan çok, kurulacak yeni hükümet ne yapacak, ne yapmalı sorusunun cevabı, TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, IMF, Dünya Bankası, Kemal Derviş vb ekseninde verilmişti. Gerisi teferruattı... Zira kim hükümet kurarsa kursun, nasıl bir koalisyon olursa olsun, 35 yıldır dayatılan neoliberal politikalar kaldığı yerden devam edecekti. Başka türlü söylersek, sömürü, yağma ve talan hız kesmeden yol alacaktı... Ülkenin varı-yoğu ‘büyüme’, ‘kalkınma’, ‘ilerleme’, ‘muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma’, ‘dünyanın en büyük on ekonomisi ligine dahil olma’ vb adına bir avuç ‘büyük hırsız’ veya aynı anlama gelmek üzere, dar bir oligarşi tarafından yağma ve talan edilmeye devam edilecekti... Aslında içinde bulunduğumuz koşullarda yağma ve talanın öteki adı yıkımdır.

Velhasıl bir avuç zengin ve çevresi dünyayı hızla yok ediyor ve şimdilik çoğunluk seyretmekle yetiniyor. Henüz ‘sayın seyirci’ olmanın ötesine geçmeye niyetli görünmüyor... Kitleler, ‘demokrasi’, ‘demokratikleşme’ söylemiyle, tam bir dalavere olan seçim oyunlarıyla oyalanmaya, aldatılmaya devam ediliyor...

İnsanlar oy kullandıklarında şeylerin seyri üzerinde etkili olduklarını, bir şeyleri değiştirebileceklerini sanıyor... Aslında seçimlerde oy kullanmak, oligarşinin partileri arasında bir tercih yapmak demektir. Başka türlü söylersek, seçimler siyasi partilerin paylarını belirlemeye yarıyor. Netice itibariyle oylar siyasi partiler aracılığıyla oligarşiye, mülk sahibi sınıflara veriliyor. Elbette bal tutanın parmağını yalaması da işin doğası gereğidir...

Oynanan bu demokrasi oyununa ‘temsilî demokrasi’ deniyor. Emperyalist ülkelerde geçerli olan da, bu türün ‘başarılı’ versiyonu sayılıyor. Bizimki gibi ülkelerdeki pratik Batı’dakine ne kadar çok benzerse, demokrasi performansının da o derecede yüksek olacağı beklentisi var... Ülkelerin ekonomik-finansal performansını ‘ölçen’ emperyalist derecelendirme kurumları ( Standart and Poors, Fitch...) gibi bir de ülkelerin demokrasi performansını ölçen Democracy Index var...

‘Parazitlerin’ yaşama şansı yok

Demokrasinin bir tanımı var ve olması gerekiyor. Demokrasi ‘halkın kendi kendini yönetmesi’ demek. Kadim Grekçeden kalma demokratia, Milattan Önce 500’lü yıllarda, bundan 2 bin 500 yıl kadar önce Yunan Site Devletlerindeki rejimi tanımlamak üzere kullanılıyordu. Ondan yaklaşık 2 bin yıl kadar önce, Mezopotamya’da ve bugünkü Suriye topraklarında halk meclislerine dayalı bir demokrasi pratiği de yaşanmıştı ama tarihi Batılılardan öğrendiğimiz için öyle şeyleri sorun eden pek çıkmıyor (1).

Aslında Atina’da ve öteki site devletlerde geçerli olan, bir yurttaşlar demokrasisiydi. Özgür yurttaşlar kamusal görevleri üstlenecek olanları kura ve rotasyan esasına göre belirliyordu. Her yurttaşın yönetme ve yönetilme yeteneğine sahip olduğu ilkesi geçerliydi. Bir oligarşi yaratma istidadı taşıdığı için seçimlere itibar edilmiyordu...

Eğer demokrasi halkın yönetimi demekse orada oligarşiye, monarşiye, aristokrasiye, her türden dikta rejimine yer olmaması gerekir. Demokrasinin olduğu yerde ‘parazitlerin’ yaşama şansı yoktur.

Burjuva devrimleriyle başlayan modern zamanlarda, elitler demokrasiye şiddetle karşı çıktı. Kaldı ki Eski çağlardan beri elitler her zaman demokrasinin ezelî ve ebedî düşmanı olmuştur. Halkın kendi kendini yönetmesi ihtimali onların kâbusu olmaya devam etti . Bugün de değişen bir şey yok. Eski Rejimler (Ancién Régime) yıkılıp da “bundan sonra kim yönetecek?” sorusu gündeme geldiğinde, dönemin seçkinleri (elitleri) bir konuda tam bir fikir birliği içindeydi: Halk yönetmeyecekti... Zaten onlara göre demokrasi ‘uygulanabilir’ bir şey de değildi... Ve itirazlarını başlıca dört gerekçeye dayandırarak savunmuşlardı: a) Demokrasi her bir yurttaşın yönetime doğrudan katılımı demek olduğuna göre, böyle bir şey büyük devletlerde mümkün değildir. Halk meclislerine dayalı bir yönetim, ancak az nüfuslu, küçük ülkelerde uygulanabilir; b) Demokrasi bir terör hükümetidir ve uzun ömürlü olma şansı yoktur. Halk meclisleri eninde sonunda fraksiyonlara bölünür ve bunlar arasındaki çatışma istikrarsızlık yaratır ve hükümetin parçalanmasıyla sonuçlanır; c)Demokrasi farklı sosyal sınıflar arasındaki çatışmaları yönetebilme yeteneğine sahip değildir. Zenginden alıp, fakire vereceğine göre, ‘iyilerin’, azınlıkların haklarını korumakta yetersiz kalır ve nihayet dördüncü olarak; d).Demokrasi sermaye birikimine izin vermez. Zira, servet biriktirmeyi değil, sosyal eşitliği esas alır... Nitekim J.J. Rousseau, boşuna, ‘adına lâyık bir demokraside lüks olmaz’ dememişti... Başka türlü söylenirse, zengin bir toplum hedefi olanların demokrasi dışında bir hükümet biçimini tercih etmeleri gerekir...

Oligarşi oldu demokrasi

‘Temsilî demokrasi’ kavramı ilk defa 1777 yılında ABD’nin kurucu babalarından Alexander Hamilton tarafından kullanıldı. Hamilton, kendine benzeyen diğer kurucular gibi, iflah olmaz bir demokrasi düşmanıydı. Oysa demokrasi ve temsil kelimelerinin yan yana getirilmeleri caiz değildir. Bu düpedüz ‘kavramın kendi içindeki çelişkidir’ (contradiction dans le terme)... Velhasıl temsilî demokrasi söylemi, anti-demokratik bir felsefi kabule dayanıyor. Sık sık demokrasinin bir ‘uzlaşma rejimi’ olduğu söyleniyor. Kimlerin hangi temel üzerinde uzlaşmasından söz ediliyor? Özetle diyebiliriz ki, temsilî demokrasi denilen aslında oligarşik ilkenin geçerli olduğu bir yönetim (egemenlik) tarzıdır ki, demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla ‘demokratik seçimler’ söyleminin de hiçbir kıymeti harbiyesi yok... ABD’deki egemenlik tarzı, temsili demokrasinin timsali sayılıyor ama ABD anayasasında demokrasi kelimesi bir defa bile geçmiyor. Oligarşinin yönetimine demokrasi denmiş ve insanlar da sorgusuz-sualsiz o yalana inanmış... Netice itibariyle temsilî demokrasi demek, oligarşik ilkenin esas olduğu bir rejim demektir...

Democracy Index’e göre ‘başarılı demokrasi’ örnekleri çoğunlukla kalkınmış denilen ülkelerde mümkün oluyor. Nitekim 25 ‘başarılı demokrasi’, dünya GSYH’sinin yüzde 55’ine sahip. Ve bu 25’in dünya nüfusu içindeki payı sadece yüzde 12... Eğer 500 yıllık kölecilik, kolonyalizm, emperyalizm pratiği olmasaydı, bu ülkeler başarılı demokrasi örnekleri olarak sunulabilirler miydi? Bu da demektir ki, Batı’daki ‘temsilî demokrasi’ pratiği dünyanın geri kalanı tarafından taklit edilebilir değildir. Dolayısıyla şeylerin temeli değişmeden, ilişkinin mahiyeti değişmeden farklı olması mümkün değildir.

Halkın seçecek hali kalmadı

Türkiye’de seçimler tam bir sirk oyunu şeklinde tezahür ediyor. Siyasi partiler siyasi partiden çok, tek adam şirketine benziyor ve öyle işliyor. Ekseri yukarıdan aşağı doğru ve devlet desteği ve/veya onayıyla kuruluyorlar. Kuruluş aşamasında kitlelerin bir dahli söz konusu olmuyor. Antidemokratik bir seçim ve siyasi partiler kanunu dahilinde faaliyet gösteriyorlar. Yüzde 10 barajı diye bir şey var ama ‘milli irade’ söylemi dillerden düşmüyor. Parti içinde demokratik işleyişin kırıntısına bile yaşama şansı tanınmıyor... Böylesi bir ortamda oy kullanmak, ‘seçmek’, ‘seçilmek’ ne demeye geliyor? Aslında ‘seçmek’ dedikleri, parti başkanının (şirket patronunun) yaptığı listeyi onaylamaktan ibaret... Partiye oy değil, patrona yetki veriliyor... Patronun bir kere o yetkiyi aldığında neler yapabildiği son 12 yılın deneyinde açıkça görülebilir... Sonra da neymiş efendim, “halk tercihini şöyle yapmış, bunu demek istemiş”! Halk gerçekten tercih yapabilir durumda olsaydı bu sefil oyunun parçası olur muydu? Aşağılanmaya razı olur muydu? Geride kalan yaklaşık 70 yıldır yapılanlardan sonra halkta tercih yapacak hâl mi bıraktılar! Bizzat kendileri demokrasinin inkârı olan bu gerici örgütlerin bir de demokrasinin vazgeçilmezleri sayılmaları rahatsız edici bir çelişki değil mi? Aslında bir oy verme eylemi söz konusu ama asla bir temsil ilişkisi söz konusu değil. Seçen- seçilen arasında seçenden seçilene doğru bir ilişki yok. İnsanlar oy vererek kanunî bir görevi yerine getiriyorlar. Bir tür verilen emri yerine getiriyorlar...

Sonra da gelsin ‘milli irade’, gitsin ‘milli irade’! Türkiye’de nüfusun ezici çoğunluğunu işçiler, küçük çiftçiler, işsizler, küçük esnaflar, tarım işçileri, topraksızlar oluşturuyor. TBMM’de kaç işçi, kaç işsiz, kaç küçük çiftçi, kaç esnaf, kaç işportacı var? Demek ki, nüfusun yaklaşık yüzde 80, belki yüzde 90’ını oluşturan bu insanlar, ‘milli irade’ dediklerine dahil değil... Meclis, kaşarlanmış profesyonel politikacıların, elitlerin (seçkinlerin densin) korunmuş av alanı gibi...

Fakat önemli teorik bir sorun daha var: İrade devredilebilir bir şey değildir. En fazla belirli bir konuda yazılı veya sözlü bir yetki verilebilir. Onun için, temsilî demokrasi söyleminin, yapılan seçimlerin ve kullanılan oyun reel bir karşılığı yok. Farz edelim ki, temsil mümkün: 7 Haziran seçimlerinde 56 milyon 632 bin 889 seçmen vardı. Bu sayıyı 550 ‘vekile’ bölerseniz, ‘vekil’ başına 103 bin kişi düşer. Eğer bir tek kişi 103 bin kişiyi temsi edebiliyorsa, bu her ‘vekilin’ bir dâhi ve her seçmenin de dâhi seçme konusunda son derecede yetenekli olduğu anlamına gelirdi... Velhasıl neden söz ettiğini bilmek önemlidir...

O halde ne yapmalı? Veya şeyleri adıyla çağırabilmek!

Bir kere demokrasi, politikanın ne olması ve nasıl yapılması gerektiği sorusundan bağımsız değildir. Eğer toplumun yapısı, kurumları, örgütlenme tarzı ve işleyişi sorgulanabiliyorsa, sorgulanmaya açıksa, insanlar yaşadıkları topluma dair her temel sorunu tartışabiliyor, tartışmalara müdahil olabiliyorsa, politik ve sosyal kurumların yapısı ve işleyişi de dahil olmak üzere, yasalar ve yönetmelikler değiştirilebiliyorsa, toplumu oluşturan yurttaşlar toplumsal/politik sürece gerekli olduğu her zaman ve her durumda müdahale edebiliyorsa (itiraz, eleştiri, tartışma, öneri, karar alma süreçlerine katılma), başka türlü ifade edersek, toplum kendisi hakkında düşünebilir ve gereğini yapabilir durumdaysa, orada politika yapmanın bir anlamı, bir değeri, velhasıl bir kıymeti harbiyesi var demektir. Demokrasiden söz edebilmenin ikinci koşulu da politika yapmanın herkesin işi olmasını varsayar. Ya da demokrasi, politika herkesin şeyi olduğu, herkes tarafından içselleştirildiği, sahiplenildiği durumda mümkündür. Nitekim Etienne Balibar, politikanın evrensel bir hak sayılması gerektiğini söylediğinde, herkesin sorununun herkesin ilgi, kaygı ve sorumluluk meselesi olması gerektiğini kastediyordu... (2).

Kapitalist bir toplumun demokratik bir hükümetle uyuşması mümkün değildir. Bunu hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekiyor. Başka türlü söylersek, demokrasi- kapitalizm evliliği mümkün değildir. Doku uyuşmazlığı var... Zira kapitalizm böler, kutuplaştırır ve dışlar. Kapitalizmde her seferinde daha çok sermeye biriktirmek kuraldır. Sistem öyle bir zorunluluğu dayatıyor. Aynı anlama gelmek üzere, her seferinde daha çok yoksulluk-sefalet-aşağılanma üretmek zorundadır. Sosyal eşitsizlikleri azdırmadan yol alması mümkün değildir. Oysa demokrasi, sosyal koşullarda eşitliği var sayar... Eğer içine sürüklendiğimiz çıkmazdan kurtulmak istiyorsak, bir kere ve öncelikle ‘farklı düşünebilme’ basiretini ve yeteneğini ortaya koymamız gerekecek ki, bu bizim irademiz dahilinde olan bir şeydir. İkincisi, Batı’da geçerli olanın hem taklit edilemez ve hem de taklit edilmeyi hak etmediğini bilmemiz gerekiyor. Bu da, siyaset yapma tarzını değiştirmeyi gerektirir.

İmkânsız ve gereksiz olanı taklit etmeye çalışmak yerine, kendi yolumuzu, yordamımızı keşfetmemiz gerekiyor. Bunun da yolu Batı’dan ithal edilen dili ve retoriği terk etmekten, özerk-orijinal yol ve yöntemler keşfetmekten, denemekten ve yaşamaktan geçiyor. Başka türlü söylersek, artık ideolojik- entelektüel bağımlılıktan kurtulmanın ‘özerk’ modelleri, ‘özerk’ yaşam biçimlerini hayata geçirmenin gerekli olduğu bir zamandayız? Bu da ekonomik tercihleri değiştirmeyi varsayar. Zira ekonominin işleyişine dokunmadan, ekonominin temeli değişmeden, ekonomi-toplum ilişkisi asıl bulunması gereken zemine çekilmeden, siyaset alanında harikalar yaratma ihtimali yok!

(1) Bu konuda ilginç bir eser için bkz: J. Keane, The Life and Death of Democracy, New York and London. W.W. Norton and Company, 2009.
(2) Bkz: Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak- Kapitalizmin çıkmanın gerekliliği ve âciliyeti üzerine bir deneme, Öteki Yayınevi, İstanbul 2015, 3. Baskı.