Gündüz Şavşat'taydık. Ertesi gün yine gideceğiz, Hopa'ya dönsek çok uzun yol. Bu vesileyle Borçka Çxala (Demirciler) köyündeki arkadaşları görmeye gidiyoruz, gece onların misafiriyiz. Sabah uyanınca camdan gördüm, rüyanın göbeğindeyiz

Şehr-i ret

SEÇİL TÜRKKAN - secilturkkan@birgun.net - @secilturkkan

Ziyaret ettiğimiz arkadaşlar sırasıyla şöyle:  İrden 11, Damla 6, Nesrin 37, Ayla Teyze 60, Şendoğan 40, Şemsi Amca 64 yaşında. Yazıcı ailesiyle tanışın. Ayla Teyze ve Şemsi Amca hep Çxala'da yaşamış, oğulları Şendoğan'da ailenin diğer fertleriyle birlikte yaşarken 'yeter' diyor. 'Köyüme dönüyorum.' Şehr-i ret'i de ilk o bana söylüyor. Peki, diyoruz mümkün mü?

Şendoğan ve Nesrin, İstanbul'da sitede yaşayıp çocuklarını huzur içinde büyütmek isteyen insanlar. Site, okul, bilgisayarlar, iş güç, kalabalık, şehir, saçma domatesler, kalabalık merobüsler derken olaylar gelişmiş. Şendoğan'ın köyüne geri dönmeye karar vermişler. Borçka, Çxala köyü. Dağın, yeşilliğin, sabah sisleri, ve 2 katlı odunluğun, ince uzun bir bahçe koridorunun içinden geçilerek gidilen bir ev. Eve geç giden biz gibi misafirlere Minci yapılıyor. Muhlama gibi, ama bana sorarsanız daha güzeli.  
Gece saat 2. Neden döndüklerini konuşmaya başlıyoruz. Sonrasını Nesrin anlatsın:

“Sonuçta hep şehirde yaşamış bir insanım. Daha önce Kayserideydim, Ankaradaydım. Köyle ilgili herhangi bir ilişkim yok benim. Ancak evlendiğimiz için Şendoğan'ın ailesiyle tanıştığımda oldu.
Şehirdeyken bir domates alıyorsun, hiçbir şeye benzemiyor. Yiyorsun, tadı yok, keyfi yok. Çocukları büyütüyorsun şehirde. Ama seninle göz teması kurmuyor, içine kapanıyor, konuşmuyor örneğin. Benim 2 çocuğum da geç konuştu. Bunun için pedagoglara danıştık ama çözümü de burada bulduk. Geldik, 1 hafta kaldık ve çocukların sorunu kalmadı. Terapiye gittiğimizde İrden'i  de Damla'yı da götürdük 4-5 seans pedagog. Konuşmuyor, göz teması kurmuyorlardı. Bunun bir de ekonomik yanı var tabi. Her bir seans 100-150 lira civarında. Her hafta gidiyor bu çocuk.

Çocuk bir masaya oturuyor. Yarımdaire şeklinde oyuk var, masada kalsın diye düzenlenmiş. Oyuncaklar var, biri oturup ona komut veriyor. Kalkmak istese de masadan kalkamıyor ve sen çocuğu böyle konuşturmaya çalışıyorsun. Bu korkunç bir şey. Ben en azından sokakta büyüdüm, arkadaşlarımla konuştum, iletişim kurmak zorundaydım. Ama Damla konuşmak zorunda değildi. Buraya geldiğimizde de biz zorladığımız için değil, ayağı toprağa bastığı için konuşmak zorunda kaldı ya da tavuğun peşinden koştuğu için. Biz fındıklığa doğru giderken “Hadi gel Damla gidelim” dediğimiz için. Bu doğrultuda düşünürsek çocuğu sadece zorluyorum aslında şehirde kalarak. Alışveriş merkezine götürmek onun gelişimi açısından hiçbir anlam ifade etmiyor, çünkü daha fazla nesne görmesi ona herhangi bir şey öğretmiyor. Çok yapay ve onun içinden bir nimet bulmaya çalışıyorsun. Bu durum çok saçma sahiden.

Şimdi evden çalışacağım. Zaten İstanbuldayken de çalışıyordum. Yayınevlerine tasarım yapıyorum. Şendoğan'da öyle.
Bu şuna yarayabilir; hep beraber bir tohum ekeriz toprağa, beraber besleyip büyütürüz. Ve zamanı gelince beraber yemiş oluruz. Çocuk şehirdeki o yarışma kültüründen sıyrılır ve bir işi başlayıp bitirmiş olabilir. Yanlış başarı kodlamasından kurtulmuş oluruz.  Şehirde sinemaya tiyatroya gidyorsan ne ala, onun dışında geriye sadece alışveriş merkezi kalıyor. Bunun dışında arkadaşlarımı geride bıraktım ama o da mühim değil. Birilerini geride bırakıyoruz zaten hep.

Üreteceğim dediğim şey için nasıl üreteceğimi öğrenmem lazım. Bu bir başlangıç. Ve çok kolay değil tabii, o şehirdeki başarı anlayışını geride bırakmış olduğumu düşünüyorum.
Bu süreçte çok para kazanmayacağım, insanlar beni 'layk'lamayacak ama yeni birşeyler kurabilirim.

İstanbuldan taşınırken karşı komşum bir kağıda bizi göremeyeceğini düşünerek e-posta ve telefonlarını yazmış. “Siz bizim çok enteresan komşularımızdınız, çok görüşemedik ama orada yaşadıklarınızı bizlere arada yazın” demiş. Aslında doğrudan görüşmediğimiz, bir şey paylaşmadığımızı düşündüğümüz insanlara da birşeyler anlatıyoruz böylece. Kendim olmaktan başka bir beklenti içinde değilim. Filiz biçerken elimi yaralamaya başlayarak başladım sanırım.

Çok az fındık toplasam bile filiz kesiyorum, işçilere yemek hazırlıyorum. Ne bileyim, şehirde toksinlerden arınmak için garip garip şeyler deniyoruz ya, burada bütün bu dalavereye ihtiyaç olmadan sadece bahçede yürüyerek bile toksinlerimden arınabiliyorum ve bu hoş bir şey. Kimseye bir şey vermek ya da bunun için bir program hazırlamak zorunda değilim. Kimse bana “Kalk şimdi bahçeye git” demiyor. Bu zorlama omadan kendi doğallığında bahçeye gitmek daha iyi.
Bu birbirinden rol çalmaya çalışmak gibi değil. Zorlama yok, yapabildiğin kadar yapıyorsun.
Biraz garip tabii bizim için. Ayla anne ya da Şemsi Baba için bu zaten doğal zaten.

“İş anamıza sövüyor” diyordu Ayla anne bu sabah. Haklı, çok iş var ve bunu bir mevsim içinde halletmek zorundasın. Ama gücün oranında katıldığın bir süreç. Sanırım bu aslında doğru olan, doğru yerdeyim diye düşünüyorum.

Çocuklar daha pozitifler, kendilerini daha iyi ifade ediyorlar. Bizimle tarlaya geliyorlar ya da evde kalıyorlar, tercih hakları var. İrden ineklerden sorumlu, çoban oldu şimdi. Damla da şimdilik meyvelerle ilgileniyor. Şendoğan'da bende daha az iş gönderiyoruz İstanbula ,ama geçinebiliyoruz, ne ala.”

Çocuklar kışın köy okuluna gidecekler, evde ahali uyumadan önce konuştuğumuz konu köydeki derenin kirliliği, köylülerin gitgide duyarsızlaşması. Herkes bulunduğu yerden sıkılır mı? Köylerde  mi şehirleştirilir? Şehirler kimler içindir?



Bölüm sonu şarkısı:
Salih Yılmaz - Salıncak