Almanya’da toplumsal hafızada kendine yer edinen bir işçi direnişinin 50. yıldönümü. Köln'deki Ford fabrikası, göçmen işçilerin başlattığı devasa bir direnişe sahne olmuştu.

Sendikalara rağmen hak talebi: Köln Ford grevinin 50. yıldönümü
Görsel: perspektif.eu

Ezgi Güneytepe /ALMANYA

Almanya’da sadece Şubat 1973 ve Eylül 1973 arasında 300 civarında irili ufaklı işçi direnişleri oldu. Bu direnişlerden en çarpıcı olanlardan birisi de Ford direnişinden hemen önce gerçekleşen Pierburg fabrikasındaki göçmen kadın işçilerin öncülüğündeki direnişti. Bu grevlerin ortak talepleri eşit işe eşit ücret, işyerlerinin insancıl olması, alt ücret grubu 2’nin kaldırılması, daha fazla yıllık izin hakkı ve işyeri mola sürelerinin uzatılması oldu. Yıllarca pasif ve edilgen olarak var olmuş göçmen işçiler de bu devrimci ruhun peşine takılacaktı.

Köln'de 50 yıl önce, 24 – 30 Ağustos 1973 tarihleri arasında gerçekleşen bu direnişin ayırt edici özelliği ise, göçmen işçilerin isyanıyla başlamasıydı. Grevin tarihsel bir kırılma anı ve geleceğe ışık tutacak nitelikte olduğu ise çok sonradan fark edildi.

Köln'de yıllık izinlerinden geç gelen yaklaşık 300 Türkiye kökenli işçi işten çıkarılmayla karşı karşıya kalmıştı. Önceki yıllarda geç gelenler uzun ve ücretsiz mesai yaparak bu açıklarını kapatabiliyordu. Bu kez fabrika yönetimi, dünyada yaşanan petrol krizinin etkilerinin doğurduğu bir ekonomik krizin eşiğinde olan fabrikada, personeli azaltamaya hedeflemiş ve kıdem tazminatının yükümlülüğünden kurtulmak için bunu fırsata çevirmek istemişti. Sendikanın ve işyeri temsilciliğinin çıkışlar karşısında sessiz kalarak adeta onay vermesiyle sendikaya güveni kalmayan işçiler direnişi başlattı. Grev, Y-Salonunda araba montajından sorumlu işçilerin 24 Ağustos günü işten çıkarılan arkadaşları için iş bırakmalarıyla alevlendi. Y-Salonunda başlayan protesto ve yürüyüşe, diğer bölümler de katıldı, işçiler fabrikada üretimi durdurdu. Bu sadece iş bırakma eylemi olmadı. Emekçiler aynı zamanda fabrikayı terk etmediler. Yıllık izinden geç gelenlerin işten çıkarılmasını engellemek adına alevlenen grev, isçilerin diğer taleplerini de beraberinde getirmişti. En zor ve yıpratıcı iş kollarında çalışan göçmen işçiler, Çoğunluk toplumuna göre de az kazanıyorlar ve “bir mark daha” saat ücretinin artırılması talep ediyorlardı. Ayrıca bant/ montaj hattının hızının düşürülmesi, montaj hattı işçileri için mola sürelerinin uzatılması, çalışma koşullarının insancıl hale getirilmesi ve işten çıkarmaların durdurulması diğer taleplerinden biriydi.

Sürecin kendiliğinden ortaya çıkmasının nedenlerinden bir tanesi göçmen işçilerin işçi temsilciliğinde ve sendikalarda katılımcı siyasetin bir parçası olmamaları olarak görülüyor. Göçmen işçiler fabrikada çoğunlukta olmalarına rağmen, seslerinin duyulmadığını ve haklarının aranmadığını düşünüyorlardı. Ki son derece haklı bir iddiaydı. Ne sendikada ne de isçi temsilciliklerinde yeterli derece göçmenlerin hakları savunulmuyordu. Göçmen isçiler fabrika yönetimi ile iletişimi kendi grev yönetimleri üzerinden kuruyorlar ve sadece onlara güveniyorlardı. Grev yönetimi sendikanın ve işçi temsilciliğinin “uzlaşmacı” tavrına karşı direniyordu. Ezici bir oyla seçilen (% 31) Mehmet Özbağ çok az Almanca bildiği iddiasıyla işçi temsilciliği tarafından dışlanması, ırkçılığın her alanda kendini belli ettiğini gözler önüne seriyordu.

“MİSAFİR DEĞİL İŞÇİ”

Alman kamuoyu bir kez daha göçmen işçilerin siyasi özneler olduğunu ve kendi kaderlerinin kendilerinin tayin edebileceklerini deneyimliyordu. Artık göçmen işçiler “misafir” değil, çoktan bu toplumun bir parçası ve Almanya bir göçmen ülkesiydi. Bunun bir küstahlık olduğunu düşünen ana-akım medya bu grevi “Türk terörü”, “Türkleşme” ve “Müslümanlaşma” olarak yaftalıyor, topluma korkuyu yayarak grevin sınıfsal niteliğini perdeliyordu. Medya, sol mahallenin ve sendikaların bıraktığı boşluğu kara propaganda ile doldurmayı başarmıştı. O güne kadar adeta “görünmez” olan misafir işçiler kendi varlıklarını haykırmanın ve çoğunluk toplumundan meslektaşları ile dayanışmanın yolunu bulmuşlardı.

Yürütülen kara propaganda, fabrika yönetiminin psikolojik baskısı ve körüklenen ırkçılık sonunda işçileri Türk/ Alman olarak bölmeyi başarmış, Alman işçilerin bir kısmı desteğini çekmişti. Alman işçileri kendilerinin haklarının yendiğini düşünüyor ve tatilden geç gelenlerin yerine çalıştıklarına inandırılmışlardı. Gücü ve inisiyatifi kaybetmek istemeyen sendika ve işçi temsilciliği 30 Ağustos Perşembe günü kolluk güçlerini de yanlarına alarak “karşı” bir eylem düzenleyerek bir arbede çıkardı. Bu provokasyona fazla direnemeyen grev kırıldı ve hiçbir talep karşılanmadı.

İtaatkâr ve sessiz olması beklenilen göçmen işçi, sesini fazla yükselttiğinde “terörist” olmak ile suçlanıyordu. Kamuoyu desteğini arkasına alan fabrika yönetimi, işçi temsilciliğinin ve sendikanın ihanetini fırsat bilip, BILD gazetesinde şu cümleyi kullandı: “Onlar artık misafir değil. Bir misafir olarak dostça (uyumlu) davranmalılar, aksi takdirde kendilerini kapının önünde bulurlar.”

İşçi temsilciliğinin ve sendikanın karşı pozisyona geçmesi, grev yönetiminin “radikal”, “illegal” ve “terörist” ilan edilmesi, grev kırıcılarının kışkırtması ve kolluk kuvvetlerinin sert müdahalesiyle grev sonlandırıldı. Daha önceki direnişlerde dile getirilen talepler gerçekleştirilirken, Ford direnişçilerinin talepleri sendikanın, işverenin, işçi temsilciliğinin devletin kolluk güçlerinin ve basının iş birliğiyle gerçekleşmesi engellendi. Her şeye rağmen Ford direnişi bir katalizör işlevi gördü ve iş koşullarının insancıl hale getirilmesi, ek dinlenme zamanları, haftalık çalışma saatlerinin kısaltılması, senelik izinlerin dört haftadan altı haftaya çıkarılması, göçmenlerin sendikalarda etkin ve yetkin hale gelmesinin yolunu açmıştı.

Göçmen işçiler haklarını aramak içi yola çıkmışlar ve varlıklarını her yerde belli ediyorlardı. Aynı zamanda göçmenlik olgusu tartışılmaya başlanmış ve Almanya’nın bu gerçekliği kabul etmesine vesile olmuştu.

BUGÜN DURUM NE?

Yıllar sonra verilen demeçlerde ve yapılan belgesellerde dönemin isçi temsilcileri ve sendikacıları yaptıkları bu ihanete dair tek bir özeleştiride bulunmadılar. Sadece “yetersiz” destek sağladıklarını kabul etmekle yetindiler. Bugün IG-Metall gibi sendikalar büyük bir gurur ile bu işçi direnişinin yıldönümünü büyük konferanslarla ve etkinliklerle kutluyorlar. İşçi sınıfına yapılmış bu ihaneti toplumsal hafızamızı da yanlış kazımaya çalışıyorlar. Göçmen işçiler göçmen kimliklerinden dolayı ve sendikaya itaat etmedikleri için ihanete uğradılar.

Gücümüzü toplumsal hafızamızdan almalıyız ki, bu işçi direnişinin her katmanındaki çelişkileri anlamak için kılavuz olsun. Artık bir göç ülkesi olduğunu kabul eden Almanya'da pek devasa işçi direnişlerine sahne olmuyor. Ancak ülkede ne ırkçılık ve ayrımcılık bitti ne de sendikanın “uzlaşmacı” tutumu.

Bugün misafir işçi kavramı yok ama mevsimlik Roman işçiler, Polonyalı inşaat işçileri, tır şoförü Gürcüler ve onların hak mücadelesi var. İşçinin milliyetinin, grevin de vahşisinin olmadığını 50. yıl önceki Ford grevi gösterdi.