Polis, Ankara’da lokanta basıp, orada bulunan ailelerin çocuklarına önce resmen el koydu

Polis, Ankara’da lokanta basıp, orada bulunan ailelerin çocuklarına önce resmen el koydu. İçkili mekanda yakalanmışlardır diye tutanak düzenledi, sonra da ana-babalarına imza karşılığı teslim etti.

Bu, her şeyden önce, çocuklara karşı zulûmdü, psikolojik şiddetti: Anasının babasının yanında oturup yemek yiyen çocuğa hiç tanımadığı montlu sakallı birileri  “ne arıyorsun burada” diye hesap sorup, kimliğine el koyuyor ve anası-babası bu adamlara karşı hiçbir şey yapamıyor; yani, çocuğun belki ömür boyu etkisini üzerinden atamayacağı bir travma.

‘Başbakanın polisi’ bunu bile bile yapıyor: At sahibine göre kişner. Amaç insanları terorize etmek; yani, insanı, kendisini nerede, ne zaman, ne sebeple  bulacağını çıkartamadığı bir belâ tehdidi aracılığıyla peşinen sus pus olup söyleyeceğini söyleyemez, yapacağını yapamaz hâle getirmek, kısacası yıldırıp sindirmek.

Yaratılanı yaratandan ötürü sevmekle, yine aynı yaratana sığınıp tokatlamak-tokatlatmak, tekmelemek-tekmeletmek, olmadı katletmek-katlettirtmek arasındaki mesafe, aynı bir fotoğrafın arabıyla beyazı arasındakinden daha fazla değil; yani, aslında hiç yok: Hoş geldin Ankara’mıza Hamas, Taliban, El Kaide, El Beşir…

“Utanmasalar” demiyeceğim, akıllarına gelse, ‘ileri demokrat’ tosuncuklar bu lokanta baskınlarını da Ergenekon’un sırtına yükler, manşeti döşeniverirlerdi “Sahte ‘Şeriat geldi’ provokasyonu” diye. Bu takım, Dolmabahçe’de çocuğunu düşüren kızın da, sırf elde düşürülecek bir çocuk bulunsun diye planlı olarak hamile bırakıldığını bile iddia edebilir; ucu Türkan Saylan’a kadar uzanan bir örgütlülük çerçevesinde; veya kızın kasıklarını tekmeleyen polisler, kendileri de bilmeden Ergenekon üyesi olanlardandır.

 Bunların kafalarını, ruhlarını, ahlâklarını ve amellerini ele alırken, kendi kafamızı berraklaştırıp ruhumuzu rahatlatacak bir şey vardır ki, o da ‘liberal’in bir kavram olarak ‘her türlü kayıttan-bağdan azade’ anlamına geldiğini, dolayısıyla işe-vuruk (operasyonel) tanımının da ‘ipi tümden salınmış/ipini hepten kopartmış’ olduğunu hatırlamaktır.

İp bir kere kopmaya görsün, insan artık 12 Eylül’ün ebesi ve darbe hükümetinin başbakan yardımcısı Özal’ı sivilleşme şampiyonu, asker değil sivil olmayı da bizatihi ‘iyi’ olarak görmeye başlar; örneğin, darbe yapılır yapılmaz işçilere hitaben “bugüne kadar siz güldünüz, gülme sırası artık bizde” diyen Halit Narin’in de sivil olduğunu hiç aklına getirmeksizin. “Daha önce biz fişleniyorduk, ama artık sıra bizde” demekte beis görmeyenlerin partisi ise, bunların gözünde ‘ileri demokrasi’nin lokomotifi oluverir. Menderes, tarihteki en büyük demokrasi şehidi; 27 Mayıs ise, o günün Ergenekoncuları tarafından, bir avuç öğrenciyi kışkırtıp kargaşa üretici piyonlar olarak kullanmak suretiyle kotarılmış bir tezgahtır; tabiî, yine onların gözünde.

Menderes, Türkiye’de demokratik gelişime, bugün itibariyle en az elli yıllık bir  ipotek konulmasının zeminini kendi elleriyle hazırlamış hazımsız ve kibirli bir otokrattır; o kadar ki, kendisine oy vermediği için Kırşehir’i ‘anormal’likle suçlayıp, il iken ilçeliğe indirmekten çekinmemiştir, önce orada kazanan partiyi (MP) kapatıp, sonra da liderini (O. Bölükbaşı) hapse attırtmayı ihmal etmeden. İşin traji-komik yanı, MP’nin kapatılma gerekçesi, irticaî faaliyetlerde bulunmasıdır; tıpkı kendisine de isnat edildiği gibi.

Burada atlanmaması gereken hayatî bir ayrıntı (?) vardır ki, o da son yerel seçimde Antalya’yı kaybedince, Erdoğan’ın da bu işte bir anormallik olduğu yolunda bir beyanda bulunmuş olmasıdır. Oysa, seçimle iş başına gelmiş olanlar, seçmen tercihlerinde anormallik görmeye başladıkları anda/ölçüde kendi meşrûluk temellerini de kendi elleriyle dinamitlemeye başlamış olurlar.

Bir de şu unutulmamalıdır: Menderes’in aşırı bir kibirlilik görünümü altında, işi, zaten kendi kontrôlü altına almış olduğu yargıyı, Meclis Soruşturma Komisyonu çerçevesinde doğrudan doğruya kendi eline geçirmeye kadar götürmesinin altında yatan, 1957 seçimlerinde oylarının azalıp yüzde ellinin altına düşmesine karşın yine de milletvekillerinin yüzde yetmişini ele geçirmiş olmasının bir sonucu olarak, panikle karışık ‘şimdi ne yapsam kârdır’ duygusuna kapılmış olmasıdır; ki, bu dönem, aynı zamanda kendisinin, halkı Şer Cephesi-Vatan Cephesi şeklinde kutuplaştırmaktan medet umar hâle de gelmiş olduğu bir dönemdir.

Bugün için Türkiye’nin en acil ve her şeyin anahtarı durumundaki sorunu, aslında hâlledilmesi en kolay olanıdır; yeter ki mevcut korsan kapitalizminin temsilcileri kendi ikballeri uğruna insan kanı dökülmesini kışkırtma bencilliğinden bir nebze olsun vaz geçebilsinler: En başta seçim barajı olmak üzere, halkın siyasete katılmasının önündeki gayri adil engellerin kaldırılması.