Sessiz çığlık
ŞAFAK PALA

Bu yılki Dünya Öykü Günü bildirisini Murathan Mungan yazdı. Bildiri, çığlık metaforuyla başlıyordu. “İnsanoğlunun dünyaya gelirken attığı ilk çığlıkla, o çığlığın kendisinden çıktığının farkına varması arasında geçen zamanda başlar öykü. Var olduğunu bildirmenin, dünyaya seslenme ihtiyacının öyküsü… Çığlığıyla duyurduğu varlığı artık buradadır. Biridir. Öyküsü olan biri.” Murathan Mungan’ın bu tümceleri bence çok sarsıcıydı. İnsanın var oluşu, var olma çabası ve çığlık! Sert ve sarsıcı bir gerçeklik, yine aynı duygulanım içerisindeyim. Ve düşünüyorum. Acaba ben ilk çığlığımı hangi dilde atmıştım? Bilmiyorum. Çocuk annesinin karnındayken ana diliyle tanışır, diyor bilim insanları. O zaman benim de ilk çığlığımı Abhazca atmış olmam gerekiyor. Ama ne yazık ki ben bunu bilemiyorum ve öğrenme şansım da yok.

Evet ilk çığlığımı hangi dilde attığımı bilmiyorum ama kendimle ilgili anımsadığım ilk görüntüde dil var; hem ses, hem müzik, hem dans, hem de öykü var. Ailemizin en büyüğü babaannem, bu görüntünün başkahramanı. Babaannem, onun ince uzun parmakları, parmağındaki yeşim taşlı yüzük ve sesindeki tını. Ben halıda kendimden emin bir edayla Apsuva oynuyorum. Apsuva bir yerel Abhaz halkoyunu. Kendimden o kadar eminim ki. Bu benimle ilgili değil. Güven duygusu babaannemden bana geçiyor aslında. Duyduğum ezginin tınısı hâlâ kulaklarımda. Ben süzülüyorum ortada bir kuğu gibi. Babaannem dedemle ilgili olduğunu söylüyor şarkının. Başında kalpak, kır bir at üstünde hayal ediyorum dedemi. Dedem kim bilmiyorum aslında. Hiç görmedim. Ama iyi hissediyorum kendimi. Bir hikâye var çünkü ortada. Benim hikâyem, bizim hikâyemiz. Hissediyorum ama anlamıyorum ne söylediğini babaannemin. Yalnızca süzülüyorum kendimi bir kuğu zannederek. Ve aklımdan hayaller kuruyor, öyküler yazıyorum dedemin şarkısıyla ilgili. Bir insanla başlıyor hikâye.

Dünya kurulduktan ve diller ortaya çıktıktan sonra insan düşüncesinin hayaller yoluyla mitoslara dönüştüğünü, fakat bu dönüşümün söze ne zaman ve nasıl evrildiğini kesin olarak bilmenin zor olduğunu; buna rağmen tarihte ilk defa, Kuzey Kafkasya’da, Mezopotamya’da ve Anadolu’da mitolojinin izlerine rastlandığını söylüyor Turabi Saltık Anadilde Eğitim ve Azınlık Hakları kitabında. 

Halkların binlerce yıllık hikâyeleri her toplumda dile geliyor. Dile gelmek ne demek? Adı üstünde aydınlanmamız dille başladı demek aslında. Her toplumun kendi öz diliyle ve dillerini kullanan bilge insanların varlığıyla. Toplumlarda var olan bu insanlar, sözleriyle yalnızca kendi çevrelerini değil bütün bir dünyayı aydınlattılar. O ozanlar ki, Homeros oldular, Hesiodos, Nesimi, Hallacı Mansur, Pir Sultan, Dirmit Gulya, Negume Şore, Nazım Hikmet oldular. Kuzey Kafkasya’da, Anadolu’da, Mezopotamya’da ışık saçtılar dünyamıza. Bütün bu insanlar bütün bu destanlar, öyküler, şiirler olmasa dünyamız ne kadar renksiz olurdu hiç düşündünüz mü? 

Peki başka bir yönden de bakalım dünyaya. Shakespeare yazmasaydı Kral Lear’ı, Hamlet’i ya da Dostoyevski Suç ve Ceza’yı, Karamazov Kardeşler’i ya da Yaşar Kemal İnce Memed’i, Homeros İlyada’yı ya da Mehmet Uzun Dicle’nin Yakarışı’nı. Ses, söz olmasaydı. Yalnızca İngilizce olsaydı örneğin dünyada, yeter miydi tek dil insanı anlamamıza? Ya ben, babaannem öldüğünde Abhazca ağıt yakan o güzel sesli, güzel sözlü direngen kadınları dinlemeseydim gerçekten ben olabilir miydim? Dengbejleri dinlemeden Dicle’nin sesini tam duyumsayabilir miydik peki? Dengbejler Türkçe çıkarıverselerdi içlerinden gelen sesleri. O ses gerçekten insanlığın sesi olabilir miydi? 

Devlet aygıtı, erk, yasakçıdır, katıdır. Bazen Kuzey Kafkasya’da feodal bir Çerkes beyi olarak çıkar karşımıza. Ve din dilden daha önemli bir kavram olsun ister.  Arapça konuşsun ister milleti. Adigece yerine Arapça. Oysa sözün ve dilin tarihi eskidir. İnançtan önce gelir. İnanç sözü değil, söz inancı belirler.  Dillerin üzerinde yasaklar bitmez. Bir Laz köyünde de çıkar yasakçı zihniyet karşımıza. Otuzlu yıllarda Lazca konuşulmasın diye ilkokullarda “Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu” diye bir kol varmış örneğin. Temizlik Kolu, Kızılay Kolu gibi yani. Düşünün görev bilinciyle davranmaya çalışan bir çocuk bu kolun başkanı oluyor. Çocuk okulda Lazca konuşanlara ihtar veriyor ama eve gelince Lazca konuşmaktan başka bir çaresi yok. Nasıl bir çelişki, nasıl bir çatışma duygusu ve çığlık atma isteği. 

Dillerin kaybolması, bozulması yalnızca azınlıklara özgü değildir. Bu katı gerçeklik, erkin elindeki güçtür ve gücü keyfi kullanmasıdır. Türkiye’de Türkçe de tehlikededir. Şu günlerde atalarının mezar taşlarını okumak için Osmanlıca öğretilmeye çalışılır çocuklara, gençlere. Oysa Osmanlıca bir dil bile değildir. Halkın dili hiç değildir. 

Dillerin korunması insan olmanın gereğidir. Ve gücü elinde tutanlar doğumla kazanılan bir hak olan anadilleri yok sayarak karanlığa doğru hızla koşarlar. Türkiye denilen bu topraklarda da erk, Kafkasya’dan, Mezopotamya’ya, Anadolu’da toplanan bütün bu kültürleri, bütün bu zenginliği yok sayarak tek tip bir toplum olmaya doğru hızla koşuyor.  O yüzden çığlık önemlidir. İlk attığımız çığlık da, bu yaşamda var olduğumuzu söylemek adına her an içimizden geldiğince haykırmak da önemlidir. Öykümüzü dünyaya kazımaya çalışmak önemlidir, insancadır.

Çocukluğumuzda biz dünyayı Orta Atlas’tan öğrendik. Çok severdim Orta Atlas’ı incelemeyi. Hemen Kafkas dağlarını bulur oradan Abhazya’ya giderdim gözlerimle.  Atalarımın zorunlu bir sürgünle o topraklardan sürülmesi, Karadeniz’in azgın sularında birçok Çerkesin, Abhazın yok olması garip bir duygulanım yaşatırdı bana. Nereye ait olduğumu bilemiyordum bir türlü. Babamın Abhazca konuşurken sesinin tınısı, onun ölümüyle hayatımdan çıktı, bir daha o tınıyı duyabilme şansım yok. O ses Kafkas dağlarında rüzgârla uğulduyordur belki. Ben hep o sesi duyurmaya çalışıyorum öykülerimde. Hemşinli bir kadının Karadeniz’in azgın dalgalarında Hemşince ağıt yakan ninesinin sesini duyması, Mehmet Uzun’un Dengbejlerin sesini Dicle’nin Yakarışı romanında çocuklarına, bizlere duyurmaya çalışması gibi. 

Yalnızca coğrafi bir şekil midir Kafkas Dağları, Dicle Nehri, İda Dağı ya da Haymana Ovası? Bu kadar kolay mıdır anlamak dünyayı? Evet söyleyecek çok söz var bu Anadolu denen zengin topraklarda. Hâlâ birçok dilde söz söyleyebiliriz, ne mutlu bize! Ama birçok dilde karanlığa gömüldü yine bu topraklarda ne yazık ki! Kapadokya Yunancası olarak bilinen Ürgüpçe, Türkiye’nin doğusunda konuşulmuş olan Mlahso dili, bir Kafkas dili olan Ubıhça. Bu diller dışında Gagavuzca, Zazaca, Lazca, Abazaca gibi birçok dilin geleceği ise kaygı verici.  

Yukarıda kaybolma tehlikesi altında olan ve kaybolmuş dilleri okuduğunuzda ne duyumsadınız bilmiyorum. Coğrafi bir yer adı gibi, dil bilimcileri ilgilendiren teknik bir konu gibi geldi belki çoğunuza. Dünya’nın bir gerçeği işte, Gagavuzca  neymiş,  Ubıh da kimmiş, dediniz belki de. Ancak anadil bu kadar basit bir konu değil. 

Ana dilde eğitimin nasıl yapılacağı teknik bir konu olabilir. Nasıl uygulanmalı, kaç yaşında başlamalı? Ancak anadil hakkı yalnızca teknik değil, aynı zamanda politik bir konudur. Resmi dil ve ana dil ayrımı nedir? Anadilde eğitim, yayın, savunma hakkı nedir?  Türkiye, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme (ESKHS), Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme (IAOKS) gibi birçok uluslararası sözleşmeyi onaylamış fakat bu sözleşmelerdeki etnik grupların eğitimi, azınlıkların eğitim hakkı ile ilgili hükümlere neden çekince koymuştur? Bütün bu konular teknik ve hukuki olduğu kadar politiktir de. Ama insanın varlığı, dillerin varlığı ve yok olan dillerin çaresizliği hepimizin yüreğimizle hissetmesi,  düşünmesi gereken gerçekliklerdir aslında.

Ben işte tam da bu yüzden, yazıyı buraya kadar okumaya katlanmış olan sizlerden yazının bundan sonrasını da okumanızı ve arkanıza dayanıp bir an da olsa anadilinden yoksun bırakılmış insanları düşünmenizi isteyerek sözümü bitireceğim. 

Son Ubıh yani Ubıhça’yı konuşan son kişi olan Tevfik Esenç 1992 yılında aramızdan ayrıldı. Tevfik Esenç, ölmeden önceki son zamanlarında çok rüya görüyormuş ve dostlarına bu rüyalarla ilgili yalnızca bir cümle söylüyormuş; 

“Dün gece bir rüya gördüm. Size anlatamam. Çünkü Ubıhça’ydı.”

Ben de Abhazca bilmeyen bir Abhazım. Ama abimin ölüsünün başında sessiz çığlığımı Abhazca attım. Ne yazık ki tam ne anlatmak istediğimi bilemeden attım bu sessiz çığlığı;

“Vara nasıpta, hara nasıptakoa!”