Denis Villeneuve yeni filminde neyi hedefliyor, anlamak güç. Sıkı yumruk atıyor ama boşluğa. Son filmi “Sicario” da aynı boşlukta salınıyor

Sicario: Orada, bir Meksika var uzakta

Bir süredir hayatımızda Denis Villeneuve diye Kanadalı bir yönetmen var. Kendisi iddialı, sanat sineması ile ticari sinema arasında konumlanan bir yerde filmler yapıyor. Kimlik meseleleri, modern Oedipus hikayeleri, kaçırılan çocuklar ve adalet ele aldığı temalardan bazıları. Ama Villeneuve’ün filmlerinde bu temaları taşıyacak bir ağırlık yok. Bir derdi var mı belli değil. Yönetmen neyi hedefliyor, anlamak güç. Sıkı yumruk atıyor ama boşluğa.

Son filmi “Sicario” da aynı boşlukta salınıyor. Boşluk kavramı belki de tam ifade etmiyor, meselemizi. Malum tabiatta boşluk yoktur. “Sicario” varoluşsal bir boşluğa işaret etmek istiyor, sanki. Çizdiği dünya öyle karanlık, öyle kirli ve vahşi ki, taraf olmak filme göre çok güç. Ama bu filmin baktığı çerçevenin darlığından kaynaklanan bir sorun. Yoksa taraf olmak o kadar da güç değil. Filmin adı olan “Sicario” (ki ne gerek var böyle bir isme, o da tartışılır), Romalılara karşı mücadele eden sofu Yahudiler için kullanılırmış. Gel zaman, git zaman Meksika’da “tetikçi” anlamında kullanılır olmuş.

Fakat filme ismini veren tetikçi (Benicio del Toro), filmin asıl kahramanı değil. Filmin kahramanı Kate Macer (Emily Blunt) adlı güzel ve “idealist” bir FBI ajanı ya da polisi. Genç ve güzel bir kadın neden FBI ajanı olur, nasıl bir çocuksu idealizmle yola çıkar ve hayatını tehlikeye atacak ortamlara girer, filmin ilgi alanında değil. Bizden istenen bu polisi, bu düzen bekçisini sevmemiz. Peki.


DÜZENİN FARKINDA BİLE DEĞİL
sicario-orada-bir-meksika-var-uzakta-73057-1.
Fakat düzen, Kate’in bildiği gibi değildir. Kate, kimin elinin, kimin cebinde olduğu belli olmayan, doğru tarafta olduğunu bellediği CIA’in, gri bir alanda “mücadele vermek zorunda olduğundan” habersizdir. Yargısız infazlar, bu düzenin parçasıdır. Güpegündüz, büyük bir kalabalığın ortasında çıkan çatışmaların gazetelere çıkamayacağından, gizli bir elin sansür mekanizmasını işlettiğinden habersizdir. “Aaa, işte film düzeni eleştiriyor”, demeyin. Düzenin farkında bile değil bence film. Analitik değil, izlenimci bir bakışla durumun çok kötü olduğunu söylüyor ve bu durumun kaçınılmaz olduğunu ima ediyor, film. Seyirciye kalan ise, Meksika’da bu pisliğin içinde olmadığına şükretmekten başka bir şey değil. O uzaktaki köy varsın uzakta ya da daha iyisi, filmde kalsın.

Bir yanda, uyuşturucu talep eden bir kitle var. Bir yanda da uyuşturucu üreticisi Güney Amerika mafyası. Yapılacak şey, arzla talebin belli bir denge ve düzen içerisinde sürmesini sağlamak. Devletin yaptığı da bu. Mafyalar arası rekabetin fazla çirkinleşmesini önlemek, mümkünse bir tekelin bu işi tek başına yapmasının koşullarını oluşturmak. Pis bir iş, evet, ama yapacak başka bir şey yok.


HER ŞEY VATAN İÇİN
Film bu ortamı anlatırken, son derece becerikli, işinde yetkin bir CIA resmi çiziyor. Evet, sevimsizler ama Polyannacılık oynanacak bir dünya da değil bu. Pis işlerin, pis ve hasta adamlarca yapılması gerekiyor. CIA, kimi zaman kişisel meselelerini gündeme getirenlerle çalışsa da, o da görev icabı. Her şey vatan için.

CIA ajanları ya da onlara hizmet eden tetikçiler, bütün sevimsizliklerine karşın yine de bir tür üstün yetenekli kahramanlar filmde. Güçlü erkek modelleriler. Attıklarını vuruyorlar, tereyağından kıl çeker gibi düşmanlarını bir bir elemine ediyorlar. Meksikalılar ise... Orada mafya dışında bir şey var mı ki? Oryantalizm dört nala gidiyor.