İlk şiir kitabı Yaşanan’ı 1983’te yayımlayan usta şair Salih Bolat, son kitabı Rüya Zamanı ile yeniden okurlarıyla buluştu. Bolat, şiirin görevi için, “Şiir bir sosyalleşme yolu değildir, bireyleşme yoludur” diyor

Şiir birey olma yoludur

ZAFER DORUK

Salih Bolat’ın “Rüya Zamanı” adlı şiir kitabı, toplu şiirleri “İlk Kar”ın yayımlanmasından beş yıl sonra, geçtiğimiz haftalarda Varlık Yayınları tarafından yayımlandı.

Salih Bolat’la Rüya Zamanı’nı ve genel olarak şiiri konuştuk.

Zafer Doruk- Rüya Zamanı ile önceki kitaplar arasında şiire dair yeni, farklı neler var? Var mı?

Salih Bolat-Çok farklı şeyler yok elbette çünkü eni konu bir şair yaşamı boyunca aslında belli izlekleri sürdürür. Ama bu izlekleri sürdürürken elbette farklı imgesel açılımlar, sessel değişimler, biçemsel yönelimler, yeni ilgi alanları oluşabilir. Böyle de olması gerekir. Bende de örneğin ister bireyle ilgili, ister toplumla ve tarihle ilgili bir gerçekliği, bir duyarlılığı ele alayım, bunu doğa üzerinden yansıtıyorum.

“Doğa”, şiirlerimin imge düzeni, sözcük yapısı, ifade biçimi ne kadar değişirse değişsin, hep arka planda hatta şiirlerin temel taşıyıcısı olarak var olmuştur. İşte, ağaçlar, bulutlar, yağmur, rüzgâr, gece, deniz, dağlar, şimşek, demir, taşlar hiç vazgeçmediğim temel kavramlar olmuş. Bir de şiirlerimde hep bir anlam üretme ve iletme kaygım hep oluyor. Ama başlangıçta anlam yüzeyde ve yüzeye yakın dururken, giderek daha derine iniyor. Böylece şiirsel yapıt, okurdan “poetik” çaba istemeye başlıyor. Bu nedenle, örneğin “Yaşanan” adlı kitabımla şiirimi tanıyanlar, diyelim “Uzak ve Eski” kitabımla karşılaştıklarında, şiirlerimin eskiden daha kolay anlaşıldığını söylüyorlar. Oysa kendileri eleştirel bir şiir beğenisi geliştiremedikleri için biraz daha yeni imgesel, metaforik dili yeniden üretebilmede yetersiz kalabiliyorlar. Yani okurun da kendini eğitmesi gerekiyor.

Z. D.- Rüya Zamanı üç bölümden oluşuyor. Şiirleri bölümlere ayırırken neleri ölçüt alıyorsun? Seni bu belirlemelere yönlendiren şiirsel referanslar neler oluyor?

S.B.- “Rüya Zamanı”, evet, üç bölümden oluşuyor: “Söylence”, “İz” ve “Kızkardeşim Gülhatmi” adlı bölümlerden “Söylence” daha çok dizeci anlayışla yazılmış olmakla birlikte, müzikalitesi görünürde olan ve sessel uyuma daha bir ağırlık tanınmış şiirler. Her şiirin kendi bütünselliği içinde diğerlerinden bağımsız olan, ortak bir izlek üzerinde yoğunlaşmamış şiirler. “İz” adlı bölüm ise ritmini içeriğinden sağlayan, metaforik düşüncenin baştan sona birbirine bağlı olduğu izlenimi veren, düzyazının olanağından yararlanmış şiirler. “Kızkardeşim Gülhatmi” adlı bölüm ise ana teması olan ve yine düzyazının olanaklarından yararlanmış şiirler toplamı.

Z.D.-“Söylence” adlı bölümde yer alan “Sorular” başlıklı şiirlerin cevabını nerede aramalıyız? Ateşte mi, susmuş bir ağzın karanlığında mı?

S.B.- Bence herhangi bir cevap aramamalıyız. Çünkü sorular aynı zamanda kendi cevaplarıdır. Melih Cevdet Anday, şiir için, “gösterenle gösterilenin çakıştığı bir dildir” diyordu. Gerçekten öyledir. Şiirde sözcükler kendi adlarına vardır. Başka bir şeyin temsilcisi değillerdir, başka bir anlam için kendilerinden vazgeçmezler. Örneğin şu soru aynı zamanda kendi cevabıdır: “nereye gidiyor çalıların içinden koşarak geçen sabah?”

Z. D.- Rüya Zamanı’nı okurken, insan yer yer sanki bir sessizliğin içinde hissediyor kendini. Seslerin yarattığı bu sessizliği nasıl açıklarsın? Yanılıyor muyum?

S.B.- Hemen aklıma geldi, “Şey'lerin Sessizliği” adlı bir makalede (Senem Kurtar) okumuştum, Heidegger’in poetik yaklaşımlarını açımlarken, yalnızca şairlerin, poetik tanıklıkta, kendini şeylerde gizleyen varlığın poetik sessizliğini söyleyebildiğini öne sürüyordu. Heidegger’in düşüncesinin başlangıcını ve sonunu biçimlendiren derin kaygının, yüzlerce yıllık unutulmuşluğuna rağmen hala tüm canlılığı ve ürkünçlüğü ile karşımızda duran “şey” sorusu ve teknolojinin gürültüleri arasında sıkışıp kalmış sessiz tehlike arasındaki ilişkide temellendiğini vurguluyordu.

Heidegger'in görüşlerine büyük ölçüde katılıyorum. Benim kavramlaştıramadığım bilgileri çok nefis kavramlaştırmış. Şiirin, dil ile onun nesnesi arasındaki boşlukta ortaya çıktığını düşünüyorum ben de...Demek dile yansımamış bir nesnel dünya var ve bu dünyanın içerdiği anlamları hiç tanımıyoruz. İşte bu anlamlar duyularımızın dışındadır ve imge oluyla (dolayısıyla şiir yoluyla) bu anlamları duyular alanına çekeriz.

Böylece yeni ve sonsuz yaşama olanaklarına kavuşuruz. Şiir için "olanak bilgisi" diyenlerin dayanakları da bu sanırım. İşte “Rüya Zamanı” nda, önceki şiirlere göre biraz daha duyularımızın dışında kalan anlamlara yaklaşabildiğimi düşünüyorum.

Z.D.-“Tüfekçi” adlı şiirde, Tüfekçi uzun uzun neyi susuyor? Yalnızlığın tarihini mi?

S.B.- Evet ama burda Tüfekçi’nin yalnızlığı, “kimsesizlik” ya da “tek başına olmak” anlamlarında bir yalnızlık değil, “bireyliğinin bilincine varmış olmak” tan, böylece geliştirdiği zengin iç dünya sayesinde “kendine yeterli olmak” tan kaynaklanan bir yalnızlıktır. Rilke, genç bir şaire yazdığı bir mektupta, yalnızlığın büyümesini bir çocuğun büyümesine benzetir ve yalnızlığın büyümesinin de çocuğun büyümesinde olduğu gibi bir sancı ve acı içinde gerçekleştiğini, şair için gerekli yalnızlığın da büyük ve içsel bir yalnızlık olduğunu belirtir. “Kendi içinde yürümek ve saatler boyunca kimselere rastlamamak…İşte erişilmesi gereken şey bizler için.” Belki de bu tür bir yalnızlıktır ki birey olmanın temel dinamiğini oluşturur. Çünkü Rilke’ye göre de yalnız kişi için uzaklıklar, tüm ölçüler değişir ve dağın doruğundaki o insan gibi alışılmadık birtakım kuruntular, tuhaf birtakım duygular içte doğar.

Z.D.-“Rüya Zamanı”nın iki bölümü, “İz” ve “Kızkardeşim Gülhatmi” bölümleri düzyazı şiirlerden oluşuyor. Yazarken, düzyazının şiir olduğu kanısına nasıl varıyorsun?

S.B.- Şiirde anlam, onu yazma sürecinde oluşur. Nazım Hikmet bir yerde şöyle diyor: “Bir kavga şiiri yazmak amacıyla şiire başladığımda, bir aşk şiiri yazdığımı gördüğüm olmuştur” Çünkü şiir döngüsel bir dildir, nerede başlayıp nerede bittiği belli değildir, düzyazı ise çizgisel bir dildir. Şiir önceden tasarlanan anlamlara giydirilen bir dil değildir. Düzyazı önceden tasarlanan anlamlara giydirilen bir dildir.

Bu nedenle şiirin kendi dışında referansı yoktur. Şiir, dünyevi bir dil değildir. Onaylayıcı bir dil değildir. Gerçekliği betimleyici bir dil değildir. Hatta şiir gerçekliği, dünyayı ışığın altından karanlığa çeken ve onu yeniden adlandıran bir dildir. Şiir gerçekliği şimşek aydınlığında kavrar. Aniden, çok keskin ışık altında... Böylece, şimşek aydınlığında görülen gerçeklik, herkesin kendine göre anlam yükleyeceği gerçeklik haline gelir. Okur, onu yeniden anlamlandırır, yeniden üretir. Böylece şiirsel metin okura korkunç bir özgürlük, ilk baştan başlama, ilk elden gerçekliği kavrama olanağı tanır. Oysa, özellikle roman gerçekliği gündüz aydınlığında, projektör aydınlığında kavrar. Betimler, düzenler, yeniden sunar. Şiir düzenlemez; yıkar, bozar, öyle sunar gerçekliği...

Z.D.- “Rüya Zamanı” nı okurken insan yer yer bir rüyanın içinde hissediyor kendini. İşte, yarısı denize gömülmüş büyük bir ayna, şafakta ölü bir yabanördeğine bakan bir çocuk, iki elin taşıdığı bir köprü gibi adeta Tarkovski filmi izliyormuşum izlenimi oluşuyor. Bilinçli bir şiirsel yöntem mi?

S.B.- Daha önce de söylemiştim ama olsun, Turgut Uyar’ın bir sözünü hatırlıyorum. Büyük şair olabilmek için büyük yıkılmış olmak gerekmediğini, her gün evinden işine gidip gelen bir adamdan bir Mallarmée çıkabileceğini söylüyordu. Bunun olabilmesi için, iç dünya zenginliği olması gerekir. Melih Cevdet Anday da sürrealist olan her şeyin, aynı zamanda şiirsel olduğunu söylüyordu. Çünkü şairlerin, görünen gerçekten uzaklaşma isteği, bunun yerine düşü önermeleri, aslında bilinçdışı olanı önerme anlamına gelmektedir bir bakıma.

Birey, kendine dış dinamikler tarafından dikte ettirilmiş değerlere başkaldırmaktadır. Gerçeğin ve aklın denetiminden, düşün ve bilinçdışının özgürlüğüne varmak istemektedir. Bu özgürlüğe varmak, gerçekliği yeniden adlandırmayı gerektirir. Ancak bu şekilde bizi gündelik yaşamımızda kuşatmış olan “işlevsel anlam” a itiraz eden bir dil geliştirebiliriz. Bu da şiirle mümkündür. Demek şiir benim için bir “kendini gerçekleştirme” yolu oluyor. Bunu söylemekten kaçınmıyorum.

Z.D.- “bir tay soğuk suya tutuyor alnını/yağmurlu bir avluya giriyor ışık/beni aydınlıktan ayıran şey bu olmalı/bu görüntü/bu zan//.bakışlarından boşalan aynada/açılan
oyuk/hayvanların yaladığı kaya tuzu/bana kalan” “Zan” adlı şiirde ve başka şiirlerde sesin, uyumun öne çıktığını görüyoruz. Ses ve anlam ilişkisi konusunda neler söylersin?

S.B.- Şiir dili, sesin de anlam üretiminde önemli olduğu bir dildir. Şiirin, doğal dil üzerine kurulan anlamsal çok değerliliğe sahip bir dil olduğunu anımsarsak, şiirsel dile bu niteliğini kazandıran etkenlerden birinin de ses olduğunu söyleyebiliriz. Hatta sesin de şiirde başlı başına bir anlam olduğunu ileri sürenler bile olmuştur. Bu yaklaşımda bulunanlar, klasik şiiri, özellikle Divan şiirini kendilerine dayanak olarak almaktadırlar. Gerçekten de Divan şiiri, dili şiir yapmada, sesin başlıca şiirsel etken olduğu bir şiirdir. Zaten Aruz Vezni, çeşitli nota sistemlerinden başka nedir? Ama Cumhuriyet'in başından bu yana, özellikle şiirimizin modernleşme sürecinin başlarında, sesin başlıca şiirsel etken olduğu yaklaşımı gerilere kaymıştır. Çünkü şiir, Roland Barthes'in da belirttiği gibi, gerçekten de bir nicelik değil, bir niteliktir; tözdür, cevherdir. Öyleyse şiir, başka şeylerle karışık biçimde ya da saf biçimde bir yerlerde daima vardır. Önemli olan, şiiri o bulunduğu yerden bulup çıkarmaktır. Elmas gibi...

Z.D.- Çevremde bazen “iyi şairler dönemi bitti, artık iyi şiir yazılmıyor” gibi bir yaklaşımla karşılaşıyorum. Bu konuda neler söylemek istersin?

S.B.-Sanılıyor ki edebiyat tarihinde yeri olan şairler, adlarını bildiğimiz, günümüze kalmış şairler, yalnızca onlar şiir yazdılar. Mesela 1930-1940’lı yıllarda yalnızca Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Ahmet Muhip Dranas, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli; 1950’li yıllarda İlhan Berk, Ahmed Arif, Melih Cevdet, Behçet Necatigil, Turgut Uyar vb. Bu referanslarla yola çıkanlar, günümüzde artık böyle “has” şiirler yazılmadığını, şiirin toplumdan uzaklaştığını, şiirin soyluluğunu kaybettiğini falan öne sürüyorlar. Bu sözü edilen şairlerin döneminde de, aynen bugün olduğu gibi çok sayıda insan şiir yazmaya çalışıyordu. Hatta o dönemlerde iş öyle saçma düzeylere gelmişti ki, belki bugün yakınılan durumdan daha da beterdi. Mesela Orhan Veli’ler döneminde (1940’lar), önüne gelen bir mani yazıyor ve şiir olduğunu öne sürüyordu.

1950’li yıllarda, “İkinci Yeni” dediğimiz şiir anlayışının egemen olduğu yıllarda, sözcükleri torbaya doldurup, tombala çeker gibi çekip yan yana yazarak şiir yazdığını iddia edenler bile vardı. 1980’li yıllarda, bizzat tanık olduğum şiir ortamında, “halk, işçi, emek, sınıf vb” sözcüklerini bolca kullandıkları sloganları yazarak şiir yaptığını öne sürenler vardı.

Bu metinler o günlerin dergilerinde de yer buluyordu. Ve bu insanlar tahmin edilenden çok fazlaydı ama işin doğrusunu yapanlar şiir yazdılar ve günümüze kadar kalarak bugün kendilerinden “has şair” olarak söz etmemize neden oldular. Şiir yazmak, şiir oluşturmak, kendi estetik kişiliğini kurmak öyle beş-on yılla olmaz. Sözü edilen referans şairler onlarca yıllık emekle ve yüzlerce şiir yazmaya çalışan insan arasından süzülüp geldiler.

Z.D.- Günümüz şiir ortamı konusunda neler söylersin?

S.B.-Kim ne derse desin, son otuz yılda şiirimiz daha da gelişti. Biriken nitelikli şiir mirası sayesinde, şiir ortamının niceliksel fazlalığına oranla, niteliksel artışın hakkını teslim etmek gerekir. İnsan çok yakınında olan bir şeyi görmez. Bazı yetenekli arkadaşların edebiyatla uğraşmak yerine edebiyatçılarla, şiirle uğraşmak yerine şairlerle uğraşmaktan vazgeçmeleri gerekir.

Günümüzde kitap ve dergi yayımlama olanağının kolaylaşması, kendi şiirini oluşturmak için verilmesi gereken estetik mücadeleden vazgeçilmesine neden olabiliyor. Şiirini bir eleştiri ortamına sokmadan oluşturamazsın. Ak koyun ile kara koyunun en çabuk belli olduğu ortam, şiir ortamıdır. Kimse kimseyi kandıramaz. Ama insan en kolay kendini kandırır. Şiir yalnızlık işidir, grup halinde şiir yazılmaz. Şiir bir sosyalleşme yolu değildir, bireyleşme yoludur. Ülke ve dünya sorunlarını doğru biçimde sosyo-politik analiz yapabilmeyi, dünya projesi (buna ütopya diyenler de var) olmayı, sanat ve estetik üzerine düşünce üretmeyi gerektirir.

cukurda-defineci-avi-540867-1.