Dil sadece bir araç değildir, hem araç hem de ortamdır. Bu düşüncesinin diyalektik karakterde olduğunu düşünüyorum.

Şiir kuşun kanatlarıyla uçması gibidir
Fotoğraf: DepoPhotos

Güçlü Ateşoğlu

“Nasıl bir şiir?” sorusuna Cemal Süreya, “Saf olmayan bir şiir” cevabını veriyor. Bu konuda İlhan Berk’ten farklı diye okudum onu. Neruda’dan yola çıkarak, “tere batmış, dumana gömülmüş, zambak ve sidik kokan” bir şiir bu; insanın toplumsal hayatta yaşadığı türlü çeşit gerçeklikleri şiirine katan bir karaktere sahip. Bu basit gelebilir. “Eşyanın kötü tadını taşıyan” bir şiir; fakat bir farkı var: “Eşyanın kötü tadına bağlanmayan” bir şiir. Şair bu kötü tattan korkmamalı. Dünyanın bu hallerine bağlanma, onun izlerini taşıma ama şiirin özgürlüğünü de elden bırakmama. Bunlar arasında bir uyum sağlama çabası, Süreya’nın Neruda’nın şiirinde gördüğü. “Yaşanan hayatı görmek” ve bununla yetinmeden “yaşanacak hayatın güçlü izlerini de taşımak.” Yaşanacak hayat vurgusunda dünyayı değiştirmek ideali onun da var. Şiir buna bir araç oluşturuyor Süreya için, kendi içine kapalı değil; “insan şiirle ‘yeri ve formülü’ bulacaktır” diyor. Kalpsiz ve acımasız bir dünyanın kalbi ve mutluluğu âdeta. İnsan bilincini geliştirip ilerletecek bir nitelik arz ediyor. Neyle veriyor bunu: “Yeni duyumlar, yeni nitelikler” kazandırmasıyla. Bu konuda oldukça iyimser ve şiirin gücüne inanıyor (Alman Romantiklerinde rastlanan bir estetik bilinç, şiir onun doruğu).


Bunu başarabilmesinin yolu, gündelik düşünmeden ya da dilden insanın genel bilgisine, genel bilincine onu hazırlamasından geçiyor. Şair insanlığın bir eğitmeni âdeta. Şiir, bir yanı toplumsal gerçeklikte, kiriyle pasıyla dünyada, bir yanıysa dünyanın olanaklarını genişletmekte. Burada naif bir tutum var kuşkusuz, fakat yine de, Apollinaire’in “Biz ki hep geleceğin, sınırsızın sınırlarından çarpıyoruz” şeklindeki uzun vadeye yayılmış bir başarı düşüncesinin karşısına Neruda’nın toplumsal olayları ele alan, politik plana kayarak dünyanın problemlerinin içinde şiiri görmesini çıkarıyor. Apollinaire’in gelecekten ve sınırsız olandan, dolayısıyla “olması gereken”den şiiri belirlemesi yerine, şimdinin olanaklarından, “olan”dan yola çıkarak “dünyamızı büyütmek” istiyor; “ek bir dünya yaratmak değil.” Bu anlamda pekâlâ monist bir kavrayışa sahip, ikici değil. İki dünya kavrayışı Hıristiyanlığın kattığıydı, içinde kendini tanıyamadığın toplumsal gerçeklik karşısında öte-dünyevî olan.

“Bütün dünyayı kapsayan bir şiir” olmalı. Böyle bir şiir dünyanın otobiyografisidir diye düşünüyorum, içinde araçlarının sadece araç olmadığı, onlarla şiirin soluk aldığı, aynı zamanda dünyanın da bu yolla soluk alabildiği bir ortam. Bunu doğrular bir biçimde Cemal Süreya, “Her mısra evreni değiştirir şiirde. Öyle ki o mısra yazılmadan önce evren başkaydı, yazıldıktan sonra başka” diyor “Şiir Evreni Değiştirir” yazısında. Ahlâk-doğa, töre-doğa, kapitalizm-doğa karşıtlığında şiir hep doğa içinde, onunla hemhal, onda yaşayıp onu yaşatıyor. Bir araç olarak kullanılamamasının nedeni bu: Süreya’ya göre o, ahlâkla da, töreyle de, hatta kapitalizmle de çatışma içindedir. Bu yüzden Marx’ın şu düşüncesini onaylar: “Kapitalist üretim, düşünceye ilişkin bazı üretim dallarının bütününe, özellikle sanat ve şiire düşmandır.” Şiir diğer sanatlarda görüldüğü gibi “eğlence niteliği hiç taşımadığı” için işlevsel ya da kullanışlı değildir, “asi”dir; Bildung, eğitme, terbiye etme, yetiştirme, yükseltme karakteri taşır.

Şair “yağmurdan bahseden” değil, “o yağmuru yağdıran”dır. “Şiir bizde olandır” derken âdeta şiirin dilinin doğada cereyan edenle bir olduğunu söylüyor. Zeminde olan o ve onu en iyi konuşturan da şair ya da onda dile gelen. Kuşkusuz bunu söylemek, Süreya için, kelimelerin yan yana getirilerek çoğu zaman onların sonsuz olanaklarıyla şairin kendisini “belirsiz bir denize fırlatması” olmayacaktır. Burada Hegel’in bir sözünü aktarır: “Nesnelerin ağırlığı karşısında adların (sözlerin) esassızlığı.” Kendi perspektifini yansıtırken, şiirde şairin yazarken düşündüğünü, hatta önce yazıp sonra düşündüğünü belirtir. “Kelime ile kavram arasında… bir ara vardır… Şiirde dönen, devinen, bir kavramlar zincirinden çok sanki… kelimeler zinciridir. Kelimeler kendi aralarında birbirleriyle ve bu arada kavramlarla ilgilenirler.” Buradaki temel motivasyonu, düzyazıdan onu ayırmak ve düzyazıda kavramın kelimenin zemininde olduğunu belirtmektir. Şiirde bunu yapmak, şiiri sadece akla dayalı olma gafletine düşürecektir. Şiirde ilke aramak yanlıştır. “Şiirin karakolluk oluşu”, akla yan çizip, belki de Alman Romantikleri gibi karanlığı sırtlamasını bilmektir. Onun çelişik iki yorumu gibi görünebilir; gelgelelim, ilkinde eleştirisi gerçekliği temel almamayadır, ikinci yorumunun içeriğindeyse gerçekliği temel almak yatar.

Dil sadece bir araç değildir; hem araç hem de ortamdır. Bu düşüncesinin diyalektik karakterde olduğunu düşünüyorum. Hegel de, Tinin Fenomenolojisi eserinin “Giriş”inde, bilginin hem alet olarak hem de ortam olarak alınmasından bahseder. Ne o ne o, hem o hem o. “Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi, kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni” diyen bilge Nesimi gibi, kâh öznel olanı ele alma, kâh nesnel olana bakma, kavramın devinimindeki özsel olanı bize gösterir. Cemal Süreya’ya göre şiir, geliştirdiği yöntemle, “kuşun kanatlarıyla uçması gibidir. Bir motor gibi değildir… Dilin kendisi olur bir yerde.” Düzyazının sadece “akılcı” olduğunu söylerken haklılık payı olup olmadığını bilemiyorum ama, şiirin “duyarlık kökleri olduğu için, aynı zamanda, sanki düşünürken yazıldığı, düşündükten sonra değil, düşünürken” derken haklı olduğu kanısındayım. Felsefede ikilikleri aşan kavramın “edim” olması gibi, şiir de kendini bir edim olarak ortaya koyuyor.

“Folklor Şiire Düşman” metninde ilginç bir değinisi var: “Şiirde de azalan verimler kanunu var” diyor. “Dil bir açıdan işlendikçe o alanda elde edilen verimler bir noktadan sonra azalmaya başlıyor. Bu, bir bunalıma yol açıyor.” Felsefede de böyle bunalım zamanları var; yeni bir şeyin uzun süre ortaya çıkmadığı, tekrarların olduğu ve gerçekliği değiştirecek yeni paradigmaları mümkün kılmayan kuşkuculuk çağları. Gelgelelim bu bunalımlar yeni olana olanak verecek niteliktedir her zaman. “Her zaman” sözü iddialı gibi görünse de buna inanıyorum. Hegel, “Kuşkuculuk her daim kuşkuculuğun sonlanmasıyla aşılır” der. Cemal Süreya da benzer bir şey söylüyor: “Bunalımlar da yeni şiir alanları, yeni açılar bulunmasıyla sona erer hep.” Benzerlik ilginç gelebilir ama ortak bir tinin ya da düşüncenin dışa yansıması diye düşünüyorum. Bunalımdan çıkan kendi şiirlerini, Berk’in, Uyar’ın, Cansever’in şiirlerini dilin daha iç ve daha derin imkânlarını sergileyen yeni bir eğilim olarak görüyor. Kelimelerin yontulması, eski anlamlarından saptırılıp yeni yükler yüklenmesi kavramsal anlamda da farklılıkları mümkün kılıyor diyor. “Bir kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde edilerek yeni imajlara, yeni mısralara varılması… şiirimizde bir evrimdi. Her evrim gibi haklı ve zorunlu.” Olanın içinden geçerek ve onun anlam zeminini genişleterek ortaya çıkan bu yeni olanın zorunluluğu, belki de Süreya için özgürlüğün zorunluluğu ya da zorunluluğun özgürlüğü.