On sekiz yaşımdan sonra babamın evinden ayrıldım. Yirmi beş yılda on kez görüştük. Ondan nefret etmedim. Babam Toros Dağları'nda bir yayla evinde yirmi dört yıl önce öldüğünde, gittim. Gündelik kıyafetiyle küskün bir nehir gibi uzanmıştı. Tanıdığım gömleğinin cebinde yalnızca benim adım ve adresim olan bir kart vardı.

Şiir ve ölüm

SALİH BOLAT

Bazen “ölüm” üstüne konuşmak, aslında “yaşam” üstüne konuşmak anlamına gelebiliyor. Öyle ya, yaşam varsa ölüm vardır, ölüm varsa da yaşam vardır. Bu diyalektik ilişki, insanın anlamının da nihai ölçütüdür. Burada kesinlikle dinsel dogmalarla yaşayanların bize sürekli ölümü önermeleri gibi bir yaklaşımda bulunduğum anlaşılmamalı. Ölüm doğal bir haksızlıktır.

Elias Canetti, “Güç ve Hayatta Kalmak” adlı denemesinde, yalın ama çok ilginç bazı gözlemlerini şöyle aktarır: “Ayakta duran insan, özerk bir görünümdedir; sanki yalnızca kendisi için vardır ve her türlü kararı verebilme olanağına sahiptir. Oturan insan, oturduğu yere basınç yapar, ağırlığı dışarıdan algılanır ve bir süreklilik duygusu uyandırır. Bu oturma konumunda, o insanın düşmesi olanaksızdır; doğrulduğunda ise daha büyür. Dinlenmek için uzanmış olan, yatan insan ise, tümüyle silahsızdır. Uyumasından ötürü içine girdiği savunmasız konumda ona yaklaşmak çok kolaydır. Yatan insan belki düşmüş, belki de yaralanmıştır. Yeniden ayağa kalkmadığı sürece, ona güçlü biri gözüyle bakılamaz. Artık asla ayağa kalkamayacak ölü ise, olağanüstü bir etki yaratır. Bir ölüyle karşılaşan birinin ilk tepkisi-özellikle ölen kendisini ilgilendiriyorsa; ama böyle olması da şart değildir- gördüğünün ölmüş olduğuna hemen inanmamaktır. Düşmanı idiyse korkuyla, dostu idiyse de içi titreyerek, umutla, yatanda en ufak bir kıpırtıyı algılamaya çalışır. Hareket edip etmediğine, soluk alıp almadığına bakar. Hayır, soluk almamaktadır. Hiç hareket etmemektedir. Gerçekten ölmüştür. İşte o anda, ölüm olgusu karşısında duyulan dehşet başlar; bu her şeyi kapsayacak denli dev boyutlara sahip tek olgudur. Bir insanın bir ölüyle karşılaşması, kendi ölümüyle karşılaşması anlamına gelir…”

Yirmi yıl kadar önce, bir sağlık sorunum nedeniyle bir kaç gün sanatoryumda yatmıştım. Odayı paylaştığım bir adam vardı. Altmış beş yaşlarında. Balkona çıkıp çıkıp sigara içiyordu. Bir gün ailesi ziyarete geldi. Gelini olduğunu öğrendiğim genç bir kadın adama sarılıp ağlıyor, sigara içmemesi için yalvarıyordu. Ziyaretçiler gittikten sonra, akşama doğru adam balkona çıkıp bir sigara yaktı. Yanına gittim. Daha önce akciğerlerinden biri alınmış. Diğerinin de bir lopu alınmak üzere yatıyormuş. Bunu bilmiyordum. Gelini o kadar dokunaklı ve derin yalvarmış ama içmesini engelleyememişti. Ben mi engelleyebilecektim? Sigara içmesine hiç karışmadım. Birlikte, hiç konuşmadan, uzakta, kar altındaki şehre baktık uzun uzun. Sabah odaya bir sağlık ekibi girdi. Adamın vücudundaki açılacak bölgeyi kırmızı kalemle çizdiler. Bazı şeyler sordular. İki saat sonra sedyeyle ameliyata götürdüler. Ertesi gün gelmedi. İki gün daha geçti, ben hastaneden ayrılmak için toparlanıyordum. Oğluyla gelini odaya girdi, Adamın eşyasını toplamaya. Gelinin yüzünde sanki bir kaya parçası vardı. Uzun süre önce oraya oturmuş, yerleşmiş ve tuhaf bir gülümsemeye benzemiş bir ifade. Bunu annemin yüzünden hatırlıyorum, babam öldüğünde.
Babam ilkokulu bile okumamış, okuma ve yazmayı askerde öğrenmiş bir adamdı. Şiir yazmamdan, ders kitabı dışında kitaplar okumamdan hoşlanmazdı. Sanırım yanlış yapacağımdan korkardı. Bir kez olsun beni okşadığını hatırlamam. Beş kız, iki erkek yedi kardeştik. Babam çocuk gibiydi. Demiryolu işçisiydi. Yirmi yıllık eğitim hayatımda bir kez olsun okula gelmedi. Benim fikirlerime asla değer vermedi. Neler yaptığımı asla anlamadı. Bana karşı hep ilgisiz davrandı. Ama hiç dinsel telkinde bulunmadığı gibi namussuzluğu, onursuzluğu ve hırsızlığı dolaylı da olsa telkin eden bir söz söylemedi. Yani babamla asla açık bir iletişim kuramadık. Yoksulduk ama güzeldik. Babama hiç bir zaman ulaşamadım. Kendimi ona anlatamadım.
İlkokulu bitirdikten sonra beni halk arasında 'çırak okulu' olarak bilinen, devlet demiryollarına bağlı meslek okuluna göndermek istiyordu. Ona göre, dört yıl olan bu okulu bitirirsem, lokomotif teknisyeni olarak erken yaşta hem iyi bir mesleğim hem de iyi bir maaşım olacaktı. Oysa benim hayallerim vardı ve arkadaşlarımla birlikte normal ortaokula gitmek istiyordum. Çırak okuluna gitmektense ölürdüm daha iyi. Zaten babam her akşam eve tren kokusu ve yağ lekeleriyle geliyordu. Bir de ben ona benzemek istemiyordum. Hem nasılsa buralardan gidecektim. Bir sabah babam kocaman eliyle bileğimi kelepçe gibi kavrayarak, çırak okuluna kayıt yaptırmak üzere evden çıkardı. Çok korkuyordum. O şekilde mahalleden geçerken, artık kendimi buralardan koparılmış biri olarak görüyordum. Babam, kaçabileceğimi düşünerek bileğimi hiç bırakmıyordu. Rayların arasından yürürken, ilerdeki üst geçidin ötelerindeki çırak okulunun kirli gri binası görünmeye başlamıştı. Önünde ve yanında lokomotifler, vagonlar duruyordu. Şimdi düşünüyorum da toplama kampına benziyordu. Bir ara, yanımızdan geçen bir trenin gürültüsüyle, babamın bileğimi kavramış olan elinin gevşediğini hissettim. Kolumu hızla çekip elinden kurtuldum ve rayların arasından kaçıp gittim. O gece eve gitmedim çünkü iyi bir dayakla karşılaşacağımı biliyordum. O geceyi nerede geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabah, babam işe gittikten sonra eve girdim. Annem, babama söylene söylene bana kahvaltı hazırladı. Kahvaltı yaptıktan sonra, eve en yakın olan ortaokula gittim. Bir öğretmene, kayıt yaptırmak istediğimi söyledim. O da kayıt yaptırabilmek için velimin gelmesini söyledi. Velimin gelmesinin mümkün olmadığını, kaydımı kendim yaptırmak zorunda olduğumu anlattım. O halde babamın ve benim nüfus cüzdanlarımızı getirmeliydim. Getirdim.
On sekiz yaşımdan sonra babamın evinden ayrıldım. Yirmi beş yılda belki on kez görüştük. Ondan asla nefret etmedim. Onu suçlamadım. Babam Toros Dağları'nda bir yayla evinde yirmi dört yıl önce öldüğünde, gittim. Bir sedirin üstünde, beyaz bir çarşafın altında hareketsiz yatıyordu. Çarşafı kaldırdım. Canetti’nin söylediği gibi, ilk tepki olarak ölmüş olabileceğine inanmadım. Gündelik kıyafetiyle küskün bir nehir gibi uzanmıştı. Tanıdığım gömleğinin cebinde yalnızca benim adım ve adresim olan bir kart vardı.

***

Bu ölümden yıllar sonra yazmış olduğum aşağıdaki şiirimin izleğinin bu olaydan doğduğunu söyleyebilirim:

EFSANE
babamın ceketini havalandıran rüzgârı tanıyorum
o başka bir şehirdi, gidilip dönülen
biz burda akşamı konuşuyoruz birlikte
akşam, bir deniz dibi, güvensizlik öneren
orda kuşlar zamanı örtünmekte.

öylece beklemek neye yarar
ya trende okunup bırakılmış gazeteler
ya ölünün cebindeki anahtarlar
tanıdık bir ses, babamın çakmağı
ya da yaz göğündeki yıldızlar.

herkes geldi, niçin gelmedi babam
o başka bir uzaklıktı, unutulup hatırlanan
biz burda acıyı konuşuyoruz birlikte
acı, eski bir kaplan, yanımızda duran
orda kuşlar zamanı örtünmekte.

cukurda-defineci-avi-540867-1.