KADİR İNCESU Yaşar Kara, 4 kitabı olmasına karşın şiirimizde adı yeni yeni duyulmaya başlayan isimlerinden birisi… İlk üç kitabı aynı anda yayımlanan Kara’nın yeni kitabı “Dünyayı Anlamadım” da 2 yıl önce Yazılı Kağıt Yayınları tarafından yayımlandı. Kara ile şiir dünyası üzerine konuştuk. >> Adınızı dergilerde göremeden kitaplarınızla çıktınız şiirseverlerin karşısına… Neydi bu tercihin nedeni? Bu […]

“Şiirde yeni bir şey söylemek gerekiyor”

KADİR İNCESU

Yaşar Kara, 4 kitabı olmasına karşın şiirimizde adı yeni yeni duyulmaya başlayan isimlerinden birisi… İlk üç kitabı aynı anda yayımlanan Kara’nın yeni kitabı “Dünyayı Anlamadım” da 2 yıl önce Yazılı Kağıt Yayınları tarafından yayımlandı. Kara ile şiir dünyası üzerine konuştuk.

>> Adınızı dergilerde göremeden kitaplarınızla çıktınız şiirseverlerin karşısına… Neydi bu tercihin nedeni?

Bu bir tercih değildi. Dergilere karşı olduğum için hiç değil. Aksine, dergilerin bir okul olduğunu düşünüyorum. Tuhaf gelebilir belki ama yolun bu yol olduğunu bilmiyordum. Çünkü dergilerde görünmeye başlamam ve kitaplarımın çıkmaya başladığı dönem 2011 yılının başında Hatay’dan İstanbul’a geldikten sonraya rastlar. Oradan bakınca insan kendini dışarıda hissediyor bu harman yerinin. Ama burada içindesin her şeyin. Harman yeri de sen, döven de sen, dövülen de sensin.

>> Bugüne kadar 4 kitabınız yayımlandı. Yeni kitabınız sizde nasıl bir “dönüşüm” gerçekleştirdi?

Bu soru için öncelikle sana teşekkür etmek istiyorum. Çünkü son şiir kitabımın okunduğu ve ilk kitaplardan sonra aralarındaki “dönüşüm”ün ayırdına varıldığı çok açık. Senin de dediğin gibi bir dönüşüm gerçekleşti diyebiliriz tam da buna. Bu dönüşüm hayatıma giren bir insan sayesinde gerçekleşti. Kendimi bir “boş” olarak kabul ediyorum, öncemin. Tanıştığımda ise onu bir “dolu”. İkimizin karşılaşma zamanı sanki ikimizin de birbirimize ihtiyacımız olduğu zamana denk geliyor. Yani benim gibi bir “boş”un dolmasına, onun gibi bir “dolu”nun da boşalmasına. Edebiyatın, felsefenin özellikle şiirin içinde olanlar bilir bu ismi: Niyazi Karabey. Meğer ben neyi, nasıl okumam gerektiğini bilmiyor muşum. Şiirin neliğini, nasıllığını bilmiyor muşum. Bir boşlukta dilsiz, ayaksız, kıyısız, dalgasız, adına “hiç” denilen ne derseniz deyin ben oymuşum. Niyazi Karabey ağabeyim de şiir yazmış. Ama kendi kendine, bence ders niteliğinde bir karar almış sonra. Yazdığı şeylerin şiir olmadığını ve bundan sonra iyi bir şiir okuru olacağını söylemiş kendine. Bu bilinç katına içimizden kaç kişi çıkmıştır ki? Niyazi Karabey iyi şiir yazamıyorum demiş kendine. “O büyük şiiri kim yazmış ki? O büyük şiirin düşünü kimler kurmamış ki?” soruyorum ben de, önce kendime. Ama şimdi iyi bir şiir okuru olarak etrafında benim gibi şiir yazma hevesi içinde olanlara yol göstererek, şiire büyük hizmetler ediyor. Yine bilen bilir: Stefan Zweig da yaşadığı dönemde etrafındaki edebiyatçılara benzer şeyler yapmıştır. Bu anlamda Niyazi Karabey ağabeyimi hep Stefan Zweig’a benzetirim.

>> Özellikle 4 kitabınızın yayınlandığı 8 yıl hayata ve edebiyata bakışınızı nasıl etkiledi?

Bu soru ikinci soruyla bağlantılı. İlk kitaplarıma baktığım zaman şiiri bilmediğimi söyleyebilirim. Şiir yazmanın sanki, parlak bir iki sözü alt alta yazınca kendimi yeni bir şey bulmuş gibi düşünür ve daha da ileri giderek kendimi zeki biri sanırdım. Ama Niyazi Karabey’le tanıştıktan sonra şiir yazdığım için kendimden utandım. Ve ondan sonra Niyazi Karabey nasıl kendine: “Ben iyi bir şiir okuru olacağım.” dediyse; ben de kendime “Şiir yolunda kendimi heba edeceğim,” dedim. Hayata ve edebiyata bakışım bir “dönüşüm”e uğradı demiştim zaten. Mesela artık şiir yazmaya korkuyorum diyebilirim açık yüreklilikle. Şiir yazmanın bir sorumluluk olduğunu ve yaptığım şeyin bir bedelinin olduğunun farkına vardım. Bu bedel çok ağır. Şair “poetik tanıklık” eden kişidir. Ve poetik tanıklığın sonu “cinnet”tir. Bunun bilincinde okumaya, hayata bakmaya ve yazma(ma)ya başladım artık.    

>> Şair sözcüğü sözlüklerde, “Şiir söyleyen veya yazan kimse. Geniş bir hayali olan, duyarlı, duygulu kimse,” şeklinde açıklanıyor. Şairin yaptığı işin tam karşılığı mıdır bu?

“Şiir yazmak bütün uğraşların en masumudur.” der Hölderlin ve şöyle devam eder: ”Mülklerin en tehlikelisi dil bunun için verildi insana… Kendisinin ne olduğuna tanıklık edebilsin diye”. İşte Hölderlin’in bu tanımlamalarından da anlıyoruz ki; şair, yaşadığı çağa tanıklık eden kişidir. Yaşadığı dönemin izdüşümünü şiirine yansıtan kişidir. Ve şair “Hakikati ifşa eder.” Yalnızca şairler “poetik tanıklık”ta kendini şeylerde gizleyen varlığın “poetik sessizliğini” söyleyebilir. Ama şimdiki şiirin dili söylemeyi unutmuş bir dildir. Söylemeyi unutan dilin kökeni, düşünülmeyen her şeydir. Neyi, nasıl yitirdiğimizi söyleyemeyen dil, söylemeyi unutmuş bir dildir. Şair “poetik tanıklık”la ve “varlığın dili”yle ancak söylenmeyeni, söylenemeyeni söyleyen kişidir. Şair bir kazıcıdır da aynı zamanda. Kazmayı daima aynı yere vuran kişidir. Çünkü şiir, dağın birinde gömülü altındır ve birisinin kazmasına izin verilmiştir. O “birisi” de “şair”dir.

>> Niyazi Karabey ile Sincan İstasyonu’nda yayınlanan yazışmalarınızda “havadar şiir”’den söz ediyorsunuz. Nedir havadar şiir?

Sincan İstasyonu’nda “Hakikat Aynası” başlığı altında Niyazi ağabeyle “söyleşi” tarzında bir yazı dizimiz var. Orada “havadar şiir”den bahsettik Niyazi Karabey ağabeyimle. “Havadar Şiir” kısaca; sözü yaylaya çıkarmak, varlığın diliyle, oluş ve duyuş anının şiire yol açması diyebiliriz. Şiirin bir şey anlatmaması ama duyumsatması, yağmurun yağdığını bildirmesi değil yağdırması ve yağış anını duyumsatması diyebiliriz havadar şiir için. Aynı zamanda bir açığa çıkarma- açığa alma, açıklıkta gösterme işlemidir havadar şiir. İşte havadar olmayan şiir de beton evler gibidir. Şiire tek yanlı bir bakış açısı egemendir havadar olmayan şiirde. Bütün varoluş öyküsünün heyecanlı ve olumlu yanlarını vermez, kısır bir şiirdir,” der aynı zamanda Niyazi Karabey. Ruhu kanatlandıran şiir. Çarpan, dokunan, taze bir nefes gibi dirilik aşılayan.. Şiirin içeriği, izleği hiç önemli değil. Ölüm, ayrılık, aşk, varoluş acısı, parçalanmış benlik, sömürü, eşitsizlik, adalet, baskı hepsi olabilir. Bunun dile getirilişinde şair kendi iç sıkıntısını, depresyonunu, daralmasını şiire yansıtmayacak. Çok zor bir iş. Rilke ağıtları yazarken bunalım üstüne bunalım yaşıyor, 10 yılı aşkın bir sürede bitirmesi de bu yüzden herhalde. Ama ağıtlara baktığın zaman bir yerinden taze bir soluk gelip buluyor okuru. Genç yaşta ölenler ile kahramanları, yiğitleri anlattığı bölüm bile insana umut veriyor, yaşama övgü olarak geri geliyor. Hava hayat demektir. Hayatın bütün yüzlerini görmek ve göstermektir şairin işi biraz da,“ diye de ekler.

>> Amacınız “imkânsızlığın ötesine geçme” midir şiirinizi kurarken?

Şiirde yapmak istediğim şey; Rilke’nin yaptığına benzer bir şeydir aslında. Zeki Z. Kırmızı, Rilke’nin bütün şiirlerinin okumasından ortaya çıkan Boşluk Yontucusu adlı kitabında şöyle söyler: ”Rilke, şiirini dış koşullardan bağımsız bir yerde kuruyor. Şiirini hiç bir dış koşula bağlamıyor. İçeride, kalbin derinlerinde belki de genler granül haldeyken kuruyor şiirini ve bu derin ve görünmez yataktan akıyor şiir… Onun için de zaman ve dış koşullar fazla etki yapamıyor sanki…” İşte zamanlar üstü, çağların içinden akan şiir ancak böyle kurulabilir. Bu yöntemdir. Ama dış koşullardan bağımsız şiir aynı zamanda bütün zamanlara yanıt oluşturan, çağrışımlarla yüklü olmalıdır. İşte şiirimi kurarken yapmak istediğim şey budur.

>> “Şiir sözün içinde bir sır taşıdır, / dilini önce o taşta bileyeceksin,” diyen Yaşar Kara bu yargıya nasıl ulaştı?

Söylenmeyen/söylenemeyen, görülmeyen/görülemeyen, işitilmeyen/işitilemeyenin dile getirilmesi gerekiyor şiirde. Şair şiirini kurarken yalnızca içeriğin/özün değil;  şiirinin biçimini/şeklini de söylenmeyen-görülmeyen-işitilmeyen alana dâhil etmek zorundadır. Yoksa söylenmişi söylemek şiir yazmak değildir. Yeni bir şey söylemek gerekiyor. Ancak bu yeni bir şeyi eski bir dille söylemekle de olmuyor. Yeni bir şeyi ancak yeni bir dille söylemek zorundayız. Bu da ancak varlığın diliyle mümkün. 

>> Şiirlerinizdeki “boşluk” imgesi de dikkat çekiyor.

Özellikle “boşluk” imgesi üzerine düşünerek şiirimi kurmadım. Şair boşluğu mesken tutar. Ve şiirini boşlukta inşa eder. Yani boşluk şairin düşünme ortamıdır. Boşluğa inşa edilen bu evde şair inzivaya çekilir. Şair burada düşünür. Buradan düşünür. Boşluk dolmaya başlar. Yani boşluğu düşünce doldurur, düşünceyi de boşluk. “Bizim evrenimiz boşluklardan oluşur” demişim “Başlangıç Noktası” adlı şiirimde. Öyle değil midir? Ama bu sonsuz boşluğun içinde galaksiler, yıldızlar, gezegenler ve Dünya da var. Dünya’nın içinde de insanlar. Her insanın bir dünyası var. Dünya boşluğun içindeydi. O zaman her insan boşluktan ibaret. Boşluğu düşünce dolduruyordu o zaman insan düşünceden ibaret diyebiliriz.

İnsan beş duyusuyla, bu sınırlı algılamasıyla dünyayı anlamakta zorlanmaktadır. Ve insan, gündelik yaşamında her şeyin özünü yitirmekte, kendinden başlayarak her şeye yabancılaşmakta, anlam denilen şeyi yitirmektedir. Hakikatin uzağına düşen insan kendini anlamın boşluğunda bulmaktadır. Anlamın boşluğundaki insan gündelik konuşmalar içinde neyi, nasıl yitirdiğinin farkına varmadan gündelik yaşamının boş konuşmaları içinde yitip gitmektedir.