Aynı süreçlerle ilgili iki film girdi gösterime üst üste. “Simurg”u zamanında yazamadım, festival programım nedeniyle. “Simurg” F Tipi hapishanelere direnen solcu tutukluların açlık grevlerini ve ardından yaşadıklarını anlatıyordu. Refik, Cafer, Çiğdem, Hüseyin Muharrem, Ali Ekber ve Delil 69 gün süren açlık grevinden Wernicke Korsakoff hastalığı ile çıkıyorlar. Yani artık bazı şeyleri hiç hatırlamayacaklar ve vücutları eskisi gibi olmayacak. İstemsiz sallanmalar, denge sorunları, yavaşlık onların hayatının bir parçası olacak. Sadece onların değil, anne ve babalarını böyle görmekten nefret eden çocuklarının, annelerinin ve babalarının da. Fakat hastalıkları onların dünyaya bakışlarından, insancıllıklarından, umutlarından hiçbir şeyi eksiltmemiş. “Simurg”u seyrederken ağlamamak zor iş. Onlar zamanımızın kahramanları. Yüzyılların öncesine, ecdada bakmaya gerek yok, kahraman aranıyorsa, kahramanlar aramızda yaşıyorlar. Feda ettikleri onca şeye rağmen çoğumuzdan daha iyimserler. Onların görüşlerine katılmayanlar için bile ilham vericiler. Bu genç insanların direnişlerini ancak aşırı bir şiddet kırabilirdi, 12 yıl önce devlet kendi elinin altında hapis tuttuğu bu gençlere kimyasal silahlarla, iş makineleriyle, tüfeklerle saldırdı. Öldürdü, yaraladı, zorla F tipi hapishanelere taşıdı.
 
9 KISA FİLMDEN HÜCELERE BAKMAK
F Tipi Film ise, açlık grevlerinin engellemeye yetmediği yeni hapis düzenini anlatan 9 filmden oluşuyor. Tecrit ya da hücreye atılma eskiden hapishane içinde suç işleyen mahkûmlara verilen ekstra bir cezaydı. Yeni dünya düzeninde hücre standart uygulama haline gelmiş durumda. Yeni dünya düzeni derken, bu uygulamanın yerel olmadığını da vurgulamak istiyorum.  F tipi hapislik Batı uygarlığından ithal edilmiş bir düzen. Hüseyin Karabey “Sessiz Ölüm”de bu sistemin Batı ülkelerindeki uygulamasını filme almıştı. Aynı dehşet orada da var. Batı standartlarının, insani olana işaret ettiği yönünde bir ezber var. Bu ezber keşke doğru olsa.
“F Tipi Film”de hafızasını yitirmiş bir genç kadının nasıl arkadaşlarının yardımıyla ayakta kaldığını izliyoruz. Titizliğiyle tanınan bir mahkûmun bir hamam böceğiyle dostluğunu ve bu dostluğun kaybıyla hayatla olan bağını yitirişine tanık oluyoruz. Çünkü tecrit böyle bir şey ve insan, ilişkisiz kaldığında insan olamayan bir yaratık. Bir başka filmde yaşlı bir mahkûm annesinin güvenlik görevlilerince soyunmaya zorlanarak nasıl aşağılandığını görüyoruz. Sadece içerdekilerin onurunu zedelemeye çalışmıyor düzen, onların yakınlarını, sevenlerini de elinden geldiğince kırmaya çalışıyor. Ama direniyor insanlar, kimi ayak izlerini bırakmanın bir yolunu buluyor hücrenin her yanına, kimi saçından yaylı müzik aleti yapıyor.

DAYANIN YALNIZ DEĞİLSİNİZ
“F Tipi Film” tecritte yaşamak zorunda bırakılanlara bir saygı duruşu, bir sevgi gösterisi. Dayanın, yalnız değilsiniz, unutulmadınız demenin bir yolu. Umarım çok sayıda insan bu filmi izler ve filmin mesajı artarak ulaşır içerdekilere. Ezel Akay, Sırrı Süreyya Önder, Barış Pirhasan, Aydın Bulut, Hüseyin Karabey, Reis Çelik, Vedat Özdemir, Mehmet İlker Altınay, Grup Yorum yazıp yönetmişler Tansu Biçer, Serkan Keskin, Bülent Emrah Parlak, Gizem Soysaldı, Erkan Can, Fırat Tanış, Civan Canova ve başkaları oynamışlar. Ellerine sağlık hepsinin. Şimdi sıra bizde.
 
***
 
KİBARCA ÖLDÜRMEK
Amerika denen şirket
Andrew Dominik az ama öz film yapan Avustralyalı bir yönetmen. Bizde “Kasap” ve “Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti” adlı filmleri gösterime girmişti. “Kibarca Öldürmek” yönetmenin 12 yılda yaptığı üçüncü film. Fakat Dominik’in yavaş çalışması karşılığını buluyor ve filmleri çok sayıda ödül kazanıyor. “Kibarca öldürmek” de Cannes’da Altın Palmiye için yarışmıştı bu yıl.
Film 2008 yılında ABD seçim kampanyası ve mali krizi sırasında geçiyor. Bu durum bize radyo ve tv yayınları aracılığıyla duyuruluyor sık sık. Obama’nın o kulağa çok hoş gelen ama içi boş laflarını işitiyoruz. Obama’nın ilk icraatı krizde batan bankaları halkın parasıyla kurtarmak ve halka kemer sıktırmak olmuştu. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve politik ortamın seyirciye duyurulmasının bir sebebi var: Dominik filmde anlattığı suç dünyasının ilişkileriyle ülkede olan biten arasında paralellikler kuruyor. Ama tikel ile genel arasında ilişki kurmayı “Tepenin Ardı”nın yaptığı gibi örtük ve organik bir şekilde değil kör gözüm parmağına ve eklektik bir şekilde yapıyor. Mesajın kabak gibi ortada olması seyirci için bir kolaylık ama bir yandan da filmi sınırlayan, seyircinin düşünmesine nokta koyan bir şey. Bir de hikâyenin kendisinin içinden en fazla iş dünyası ile suç dünyası arasındaki paralellikler çıkar. Buradan ülkenin genel politikasına sıçramak epey bir miktar zorlamayı ya da filmin yaptığı gibi sloganlaştırmayı gerektiriyor. “Tepenin Ardı”nın bazılarınca çok eleştirilen marşımsı final müziği , “Kibarca Öldürmek”in final cümlesi yanında yine de çok soyut duruyor. Ayrıca “Tepenin Ardı”nın hikâyesinin çatısı zaten yeterince genelle (politik durumla) örtüşüyor, eklektik durmuyor.

FİLMİN HİKÂYESİNE BİR BAKALIM
Filmin anlattığı suç hikâyesi ise şöyle: Bir kumarhane işletmecisi (Ray Liotta) bir gün adam tutup kendi kumarhanesini soydurtur, kumar oynayanların paralarını gasp ettirir. Gerçek suçlu ortaya çıkmaz ve kumarhaneci işine devam eder, çaldığı paralat yanına kar kalır. Fakat çoğu suçlu gibi suçuyla övünmek ister bir yandan da. Aradan yıllar geçtikten ve müşteri profili değiştikten sonra kumarhaneci çenesini tutamaz ve  yeni nesil kumarbazlara suçunu itiraf eder. Gülüp geçilir bu itirafa. Ama geçmişte kalan bu tek hata ve o hatanın zararsız gibi görünen itirafı, gelecekteki dehşetin temelini atar.

İşte bu soygun hikâyesini bilen bir kuru temizlemeci, bu kumarbazın kumarhanesini soydurtursam yine adam kendisi yaptı sanılır, ben de yakalanmam, diye düşünür. İki amatöre işi verir. Amatörler işi hallederler. İşte bundan sonra devreye kiralık katil Cogan (Brad Pitt) girer. Cogan hem gerçek suçluları bulmak, hem de onların cezasını kesmek için kiralanmıştır. Soyulan kumarbazları temsil eden şirketin, tam memur kılıklı bir avukatı (Richard Jenkins) vardır. Cogan’la görüşmeleri bu avukat sürdürür. Avukat en pis işleri rahatlıkla konuşur ama bir miktar sigara dumanı karşısında midesi bulanır. Tipik, beyaz, modern, iş dünyası insanıdır yani.
Cogan da geyet rasyonel bir katildir. Yakından öldürmeyi, tanıdığı insanları öldürmeyi, onları yalvarırken, korkudan altlarına kaçırırken görmeyi sevmez. Tıpkı Obama Amerikasının “drone” denilen insansız savaş uçakları ile öldürmeyi sevmesi gibi. Coagan, tanıdığı birini öldürmesi için bir başka kiralık katili (James Gandolfini) görevlendirir ama adamın yeteneklerini yitirdiği ortaya çıkar.

İşte Dominik’in anlattığı ve bir gemi gibidir memleket tadında, “bir iştir/şirkettir (business) Amerika, memleket değil”, sloganıyla biten hikâye böyle bir şey. Seyretmeli mi? Valla bence iyi edersiniz, Dominik’in sineması seyri zevkli bir sinema. Ben oyunculukları da beğendim, özellikle iki amatör soyguncuya bayıldım. Ayrıca Amerikan liberalleri Obama’ya ayılır bayılırlar. Obama’yı doğrudan hedefine koyan bir film, Amerikan kapitalizmini suç dünyasıyla özdeşleştiren bir film az bulunur bir nimettir. Fakat filmin başka ciddi sorunları da var fazla açık bir mesaj vermesinin dışında. Mesela  Gandolfini’nin oynadığı kiralık katilin iç dünyasını ortaya koyan upuzun diyaloglarının kendi içinde bir enteresanlığı var ama konuyla doğrudan bir alakası yok. Ben bütün kusurlarına rağmen filmi seyrettiğime memnunum ama garanti veremem.  
 
 
***
 
JACK REACHER
Adalet benim!
Tom Cruise, hiç sempati duyamadığım bir oyuncu. Kimi zaman başarılı sayılabilecek işler çıkarsa da, çoğunlukla bir kahraman rolünde görüyoruz onu. “Jack Reacher”da da  üstün nitelikleri olan bir eski askeri polis, yeni gönüllü kanun koyucu ve uygulayıcı olarak karşımıza çıkıyor. “Kanun benim” havasındaki bu kahramanların son örneklerinden biri de “Yargıç Dredd” idi. Anlaşılan yargısız infaz yapan ya da anında yargılayıp acımasızca öldüren bu faşist tipler Hollywood’dan dünyaya pompalanmaya devam edecek. İnsansız hava araçları (drone) ile sokak ortasında yargısız infaz yapan bir ülkeden bu tip filmler çıkması anlaşılır olsa gerek.
Jack Reacher doğa üstü özellikleri olmayan ama son derece zeki ve dövüş sanatlarında çok becerikli bir eski asker. İşi tek başına dolaşıp, adalet dağıtmak. Kadınlarla son derece mesafeli, bir yalnız kovboy o. Bu filmde, Irak’ta küçük çaplı bir katliam yapmış eski bir askerin bu kez Amerika’da işlenen yeni bir katliamdan sorumlu olup olmadığını bulmakla görevlendiriyor kendini. Bu tip filmlerden beklenebileceği gibi, eski de olsa bir Amerikan askeriyle, eski de olsa bir Rus arasında insaniyet açısından belli farklar vardır.
“Jack Reacher” özellikle açılış sekansıyla sinemasal hazlar veriyorsa da, bütün olarak işlemiyor. Entrika yeterince açık ve anlamlı değil. Kötüler yeterince belirginleşmiyor. Aşk, seks hiç yok. Cinayet, yargısız infaz ve kahraman fetişizmi bolca var. Bunlar size hitap ediyor ve Cruise’ı seviyorsanız, buyurun. Yoksa kaçının.