19. yüzyıldan sonra birer sınıfsal “karşılaşma” arenasına dönen kentlerin sinemada kahramanını  bulduğunu söyleyebiliriz...

19. yüzyıldan sonra birer sınıfsal “karşılaşma” arenasına dönen kentlerin sinemada kahramanını  bulduğunu söyleyebiliriz. Mimariyi, tiyatroyu, müziği, edebiyatı ve de dansı kendi bünyesinde toplayan, ama onlardan farklı (onlara indirgenemeyen) bir dil inşaa eden sinema, kente sadece bir seyir mekanı olarak bağlı değildi elbet. Kent sinemanın ilk emekleme döneminde bile bir manzara, arka plan olmaya direnecektir.1920’lerin büyük modernist atılımında, Vertov’un Kameralı Adam ve Rutman’ın Berlin’i gibi Kent Senfonileri mekânın kahraman olmaya başladığı önemli uğraklar olacaktır. Özellikle 15. yüzyıl rönesansında temsile dahil olan, gerçekçileşen, üç boyutlaşan, zamanla harmanlanan, ama yine de durgunluğundan ve sessizliğinden kurtulamayan mekân, sessiz bile olsa, gerçek sesini sinemada bulacaktır.
Deleuze göre, Hollywood Sineması’nın standartlaştırdığı harekete, eyleme ve kahramana dayalı “namuslu” kolay anlaşılabilir sinema dilinden, 1945 sonrası İtalyan Yeni Gerçekçiliğini üreten bir sinema anlayışına geçişte de kent merkezi bir yer tutmaktadır. Deleuze’nin Zaman Sineması olarak adlandırdığı bu ikinci anlayışı, 2. Dünya Savaşı’nın yıkılmış kentleri, ıssız caddeleri, döküntüleri ve umutsuzluğu yaratacaktır.
Artık kahraman yoktur; stüdyonun hijyen ve yalıtılmış manzarası da. Rosselini’nin Roma Açık Şehir ve De Sica’nın Bisiklet Hırsızları gibi filmler gerçek insanlar ve mekânlarla, kent içindeki sürüklenmelere ve küçük öykülere odaklanırlar. Zaman Sineması yavaş işleyişi, kesikliği ve geniş planları (plan-sekans) ile mekânı ve kenti bir arka plan, manzara olmaktan çıkaracaktır. Artık  sinemada duygulanımları direkt eyleme çeviren bir anlatım geçerli değildir. Filmlerde montajla ivmelenmiş, hızlandırılmış, standartlaşmış tepkilere yer yoktur, uzun sabitlenmeler ve suskunluklar, süreksizliğin ve yavaşlığın getirdiği “sıkıcılıkla” yüzleşme izleyeni alışık olmadığı bir dünyaya sokacaktır. Artık “eyleyen” kahraman yerini tanığa bırakacaktır.
90 sonrası sinema eleştirisinde mekân ve kent konusu büyük bir yoğunluk kazanıyor. Bunda o dönemlerde başlayan kentlerin  “küresel” dönüşümünü anlama kaygısı da belirleyici. Tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar dışlayıcı, sınıfsal bölünmüş, hızlı ve değişse de “neşeli” bir kent oluştu çünkü. Ve bu yeni mekân “Beyaz Kent” kendi sinema dilini de yaratıyor, bazen büyük bir hınçla olsa da. Daha önce Sinemasal Kentler (Donkişot Yayınları), Nurçay Türkoğlu ve Göksel Aymaz ile birlikte hazırladığı Kentte Sinema, Sinemada Kent (Yeni Hayat Kütüphanesi), Kafka ve Sinema (Donkişot Yayınları) adlı çalışmalarıyla tanığımız Mehmet Öztürk bu literatüre katkı yapmaya devam ediyor.
Agora Kitaplığı’ndan yayınlanan ‘Sinematografik Kentler’ bir derleme kitap. Farklı akademisyenlerin  Moskova’dan, Kalküta’ya, Kahire’den İstanbul’a uzanan kentlerin sinemayla ilişkisine, hatıralar, arzular ve mekânlara odaklanıyor. Kitabın en önemli katkısı ise Türkçe’de hiçbir kitabı olmayan sinema kuramcısı Siegfried Kracauer’e yazılarıyla bir bölüm ayrılması. Öztürk’ün ve Nia Perivolaropoulou’nun  Kracauer’ı anlaşılır kılan makaleleri de çevirilere önemli bir arka plan veriyor. Tuhaftır Frankfurt Okulu fanatiklerinin bile olduğu Türkiye’de bugüne kadar Kracauer’den hiç bir kitabının çevrilmemesi gerçekten düşündürücü. Bir başlangıç olarak Öztürk’ün katkısı bu anlamda önemli. Başta “Film Teorisi” ve “Caligari’den Hitler’e” kitapları olmak üzere çevrilmeyi bekliyor. Kentin sokaklarını sinemanın doldurduğu bugünlerde sadece bir hatırlatma.