Bugün emperyalizme karşı olduğunu iddia edenlerin, bu karşıtlığının bir anlamı olabilmesi için birincisi, bu karşıtlığın, tek bir emperyalist devletin politikalarına karşı korunmakla sınırlı kalmaması, kapitalist-emperyalist sistemin dışına çıkmayı da amaçlaması, bu yönde bir projeyi içermesi gerekir

Siyasal İslam’ın son sığınağı: Anti-emperyalizm

Ergin Yıldızoğlu - Gazeteci-Yazar

Dün, ‘demokrasi’, ‘bireysel özgürlükler’, ‘Avrupa Birliği üyeliği’ ‘çözüm süreci’ gibi vaatler (aslında fanteziler) AKP’nin projesini destekliyordu. Bu desteği hazırlayan söylemleri üreten liberal entelijensiyanın önde gelenleri, bugün toplumun gözünde değersizleştiler, kimileri suspus oldu, kimileri ya ülke dışına kaçmak zorunda kaldı, ya da kaçmaya hazırlanıyor.

Kimileri de ‘ağır ömür boyu hapis’ cezalarına çarptırıldılar. Hukuk sürecinin geldiği noktayı, verilen cezaların garipliğini düşünerek, (daha 2007’de “bir yavaş intihar sürecine girdiler” uyarısını yapmış olsak da) ağır bir adaletsizlikle karşı karşıya olduklarını kolaylıkla söyleyebiliriz. Ama burada ibret alınması gereken bir hikâye (“morality tale”) de var.

Çünkü, ‘demokrasi’, ‘bireysel özgürlükler’, ‘Avrupa Birliği üyeliği,’ ‘çözüm süreci’ fantezilerini yerini, bugün bir “antiemperyalizm” fantezisi almış görünüyor. Bugün bu fanteziyi üretenler de, yarın bir başka ibret hikâyenin konusu olmaktan kurtulamayacaklar.

Kısa bir anımsatma...
AKP liderliğindeki siyasal İslam’ın iki temel akımı, Fetullahçılar ve AKP’de temsil edilen tarikatlar koalisyonu, başlangıçta (pasif karşıdevrim /restorasyon sürecinde) yola, “demokrasi”, “bireysel özgürlükler”, “AB süreci “ , kavramlarını kullanarak çıktılar. Bu sayede kendilerine ülke dışında ve içinde çok önemli destekçiler, “yol arkadaşları” buldular. Bu kesimler, ABD ve AB gibi emperyalist merkezlerin siyasi kültürel ve mali desteği, ülke içinde liberal entelijensiyanın meşrulaştırıcı söylemleri sayesinde, geleneksel olarak kendilerine ait olmayan çevrelere nüfuz ettiler, verili duruşlarda, kendilerininkine doğru önemli dönüşümler (transformismo) gerçekleştirdiler. Bu çevrelerdeki dönüşümün enerjisi siyasal İslam’ın projesinin motoruna yakıt oldu, AKP’yi güçlendirdi.

AKP’de temsil edilen siyasal İslam, siyasi iktidarı, iktidardan yararlanarak toplumsal artık değere ulaşma araçlarını ele geçirdikçe, bir toplumsal hareket olarak, kendi yaşam tarzını, umutlarını, iradesini dayatmaya başladı. Bu iradenin, hareketin liberal “yol arkadaşlarının” iradesiyle çatışması, zamanında uyardığımız gibi, kaçınılmazdı. Öyle de oldu. AKP ve siyasal İslam önce liberal entelijensiyayı sırtından attı. Sonra da, Fethullahçı kesimi tasfiye etmeye yöneldi. Bu tasfiyeyi bahane ederek toplumu yeniden şekillendirme sürecini hızlandırdı. Bu süreci ayrıntılarıyla biliyoruz, tekrarlamaya gerek yok. Darbe girişimi olarak sunulan şeyin ardından da bu tasfiye ve yeniden şekillendirme süreci baş döndürücü bir hıza ulaşmaya, hızdaki bu niceliksel sıçrama toplumsal yapıda niteliksel değişiklilere yol açmaya başladı.
Ancak bu süre içinde AKP liderliğindeki siyasal İslam kendisini iktidara taşıyan tarihsel bloku bir arada tutan demokrasi, bireysel özgürlükler, ‘çözüm süreci’ gibi parçalardan oluşan söylemi, bununla birlikte uluslararası desteğini de kaybetti.
Siyasal İslam’ı iktidarda tutan tarihsek blok daralırken, yeni yol arkadaşlarının ve yeni bir söylemin gereği de açıkça ortaya çıkıyordu. İlk kez 2007 yılında öncü sarsıntılarına dikkat çektiğim (“Güvenilen Dağlara Kar Yağıyor...”, Cumhuriyet, 03/10/2017) bu yeni yol arkadaşları ve söylem arayışıyla yeni “trasformismo” (karşıdakini yanına çekme) operasyonu, bu kez, Kürt düşmanlığı, ‘bölünme korkusu’, ‘beka sorunu’ üzerinden milliyetçiliği, Kemalizm’i hedef almaya başladı.

Suriye iç savaşının ürettiği biçimlere, Rojava olayına, YPG ve otonom Kürt bölgeleri olgusuna ve bu olgunun, emperyalist rekabeti vekalet savaşlarıyla yönetmeye çalışan büyük güçlerle ilişkisine bağlı olarak, bir antiemperyalizm fantezisi siyasal İslam’ın iktidar blokunun birleştirici söylemine eklendi. Bu söyleme göre, Türkiye Cumhuriyeti emperyalist saldırı altındaydı, bir beka sorunuyla karşı karşıyaydı. Tüm ulusalcıların, Kemalistlerin, hatta solcuların anti-emperyalist bir tutumla devletin yanında, savaştan yana tutum alması gerekiyordu. Ana muhalefet partisinin de, fazla düşünmeden bu trene atlaması, ‘bugün devleti desteklemek antiemperyalizmin bir gereğidir’ savını daha da güçlendirdi.

Trajik bir ‘yanlış tanıma’
Ne yazık ki, Kemalist entelijensiya ve CHP açısından çok vahim bir yanlış-tanıma sorunu söz konusudur. Bu yanlış-tanıma da, daha emperyalizm tanımındaki çarpıtmalara sıra gelmeden, ileri sürülen antiemperyalizm savını bir destekleyici fantezi konumuna yükseltiyor.

Kemalistlerin ve CHP’nin desteklemek, yanında olmak istedikleri devlet, onların tarihi sadakatlerinin nesnesi olan ulus-devlet, laik Cumhuriyet değildir. Siyasal İslam, gerek kültürel olarak, gerekse de kadrolarıyla istila ederek, iç işleyişini yeniden düzenleyerek, o devletin önce rejimini, sonra de biçimi değiştirmiştir. Şimdi karşımızda yeni bir devlet var. Bu devlete verilen destek, ulus-devlete, laik Cumhuriyet'e değil siyasal İslam’ın ümmetçi, şeriatçı ve cihatçı projesindeki devlete verilen bir destektir.

siyasal-islam-in-son-siginagi-anti-emperyalizm-431921-1.
Tarih bize ulusalcılık, milliyetçilik adına emperyalizmle pazarlığa destek verenlerin, bu pazarlık bittikten ve bağımlılığın yeni koşulları belirlendikten hemen sonra, kimi zaman kanlı biçimler de alabilen bir tasfiye sürecinin kurbanı olduklarını gösteriyor. Bizden söylemesi...


Dün liberal entelijensiya, kendi yaşam tarzlarına, arzularına taban tabana ters bir rejimin doğuş sürecine katılarak, destek vererek intihar etmişti. Bugün Kemalist, milliyetçi entelijensiya, kendi yaşam tarzlarına ve arzularına taban tabana zıt bir devletin ve toplumun doğuşuna destek vererek intihar ediyor. Tarih kısa sürede ikinci kez ama, yine trajedi olarak tekrarlanıyor...

Antiemperyalizm mi dediniz?

İki devlet ama daha da önemlisi iki egemen sınıf (iktidar bloku) arasındaki anlaşmazlıklar, bu anlaşmazlıkların zayıf tarafındakilere otomatik olarak emperyalizmden yakınmaya başlama hakkı tanımaz. Hele bu anlaşmazlık Suriye iç savaşında olduğu gibi, bir III. ülkenin toprakları, kaynakları üzerindeki rekabetin ürünüyse.

İkincisi, kapitalist emperyalizm, salt iki ülke arasındaki bir dinamik değil, devletler arası bir sisteme ait bir ilişkidir. Emperyalizm, kapitalist dünya sisteminin ilk büyük krizi olan 1873-99 “büyük bunalımından” bu yana evrim geçirerek süre gelen, her yapısal krizde yeniden şiddetlenen bir biçimidir. Kapitalizmin ilk büyük bunalımı tekellere, finansa kapitale, dünyanın gelişmiş (tekelleşmiş) kapitalist ülkeler arasındaki paylaşımına, buna bağlı olarak da emperyalist devlet arasındaki ekonomik siyasi, sonunda da askeri rekabete ve savaşlara yol açmıştı. Kapitalist emperyalizm, kapitalizmin 1873-99 kriziyle girdiği, yeni dönemde (tekelci aşama, finansallaşma...) kapitalist ilişkilerin ekonomik, askeri, siyasi genişleme eğiliminin bizzat kendisidir.

İlk ortaya çıktığında, emperyalizm, etkisi altına aldığı henüz kapitalizmle tanışmamış, ya da, az gelişmiş ülkelerde tarımsal ekonomiyi, feodal, aşiret yapılarını dağıtıyor ancak, o ülkelerin kaynaklarını kendine transfer ederek yerel sermaye birikimini, yerel kapitalizmin serbestçe gelişmesini engelliyor, yerel sınıf şekillenmelerini çarpıtıyor, bastırıyordu. Sosyalistler açısından, o emperyalizme karşı yerel kapitalist sınıfların desteklenmesi, çoğu zaman, sonunda trajik sonuçlar yaratmış olsa bile, söz konusu olabiliyordu.

Kapitalist üretim tarzı ve sermaye ilişkisi, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde şekillenen yeni sermaye birikim rejimi (Fordizm) ve iki kutuplu siyasi yapılanma altında, dünya sistemi içinde “ekolojik egemenliğini” kurdu. Kapitalizmin ve sermaye ilişkisinin yeniden üretimi, dünya çapında, özellikle Doğu Bloku yıkıldıktan sonra adeta kapalı bir sisteme dönüştü. Görece az gelişmiş (çevre, bağımlı...) ülkelerde bile, yerel/ulusal kapitalist sınıfların hepsi, kendi birikim süreçleri ve sermaye ilişkilerinin yeniden üretimi açısından uluslararası sermaye devrelerine, uluslararası iş bölümüne bağımlı hale geldiler. Yerel/ulusal sermaye sınıfları emperyalizmin parçası (içsel olgu) haline gelerek emperyalizme karşı olma potansiyellerini kaybettiler.

Bugün emperyalizme karşı olduğunu iddia edenlerin, bu karşıtlığının bir anlamı olabilmesi için birincisi, bu karşıtlığın, tek bir emperyalist devletin politikalarına karşı korunmakla sınırlı kalmaması, kapitalist-emperyalist sistemin dışına çıkmayı da amaçlaması, bu yönde bir projeyi içermesi gerekir.

İkincisi bu antiemperyalizm, emperyalist ilişkilerin ürettiği baskıya, sömürü ve gericiliğe karşı, ülke vatandaşlarının, halklarının, etnik grupların, kadınların, LGBT bireylerin bir arada eşit ve barışçı ilişkilerde yaşamalarından yana bir ekonomik ve sosyal program da öneriyor olası gerekir.

Somut bir örnek vermek gerekirse: AKP döneminde, devletin borcu 3 kattan fazla büyüyerek 876.5 milyar TL olmuş. Özel sektörün dış borcu yüzde 700 artarak 307.8 milyar dolara çıkmış. Kişi başına kamu borcu yüzde 400’den fazla artarak 10 bin 981 TL’ye ulaşmış. AKP döneminde cari açık, önceki 52 yılın toplam açığını 13’e katlayarak 561.6 milyar dolar olmuş. Türkiye’nin 80 yıllık dış ticaret açığı da 247 milyar dolardan 960.6 milyar dolara fırlamış. 16 yılda tüketicinin banka borcu yaklaşık yüzde 7500 artmıştır. Bunlar hep emperyalist bağımlılık ilişkisi içinde uluslararası sermayenin bu ülkede değerlenme (borçlandırma, finansallaşma yoluyla ülkede üretilen ekonomik değerlere el koyma) sürecinin, AKP döneminde ulusal/yerli kapitalist sınıfların ve siyasal İslam’ın işbirliği ile oluşmuş sonuçlarıdır. Uluslararası sermayenin bu değerlenme sürecini hedef almayanların antiemperyalistliklerini ciddiye almak olanaklı değildir.

Dahası, bu değerlenme sürecinin ve işbirliğinin sonucunda, bu dönemde 1 kilogram ekmeğin fiyat�� yüzde 400 artmış. AKP iktidarının son 6 yılında milyonerlerin sayısı 32 binden 127 bine çıkmıştır, bu değerlenme ve işbirliği, toplumsal ilişkilerin dokusunu çözmeye, toplumun değerlerini çürütmeye başlamış boşanmalar yüzde 38, fuhuş yüzde 790, çocukların cinsel istismarı yüzde 434, kadına yönelik şiddet yüzde 1400, cinayetler yüzde 261, cinsel taciz yüzde 449, tutuklu ve hükümlü sayısı yüzde 285, uyuşturucu bağımlılığı yüzde 678 artmıştır. Kürt sorunun çözümü tamamen güvenlikçi politikalara bırakılmış, nihayet artık “bitti” noktasına gelinmiştir.

Emperyalizme karşı olduklarını söyleyenler, yukarda vurguladığım iki koşulu yerine getiremiyorlarsa, en iyimser deyimle ya havanda su dövüyorlar ya da daha gerçekçi bir ifadeyle ülkenin ilerici sosyalist güçlerini, emekçi sınıflarını, emperyalizmle kurulacak yeni bir bağımlılık ilişkisinin pazarlığında araç olarak kullanmaya çalışıyorlar. Tarih bize, ulusalcılık, milliyetçilik adına emperyalizmle pazarlığa destek verenlerin, bu pazarlık bittikten, bağımlılığın yeni koşulları belirlendikten hemen sonra, kimi zaman kanlı biçimler de alabilen bir tasfiye sürecinin kurbanı olduklarını gösteriyor.

Bizden söylemesi...