Türkiye bir süredir “hukuk devleti” değil “yasa devleti” olarak yönetilmektedir. Yapılan yasalarda ve yasa değişikliklerinde (buna 2012 Anayasa değişikliği de dahil) temel-evrensel hukuk normları gözetilmediği gibi, iktidardakiler “kendi yasa anlayışları” içinde yaptıkları yasalara dahi kendilerini bağlı görmemektedirler, bırakın Anayasa Mahkemesi kararlarını.

Siyasal yozlaşma ve Anayasa Mahkemesi

FİLİZ ZABCI

“Yasanın egemen olmasını isteyen başka hiçbir şeyin değil, yalnız Tanrı’nın ve Zekâ’nın egemen olmasını istiyor demektir; bir insanın egemenliğini isteyense, bir vahşi hayvanı işin içine sokmaktadır; çünkü insanların tutkuları bir vahşi hayvan gibidir ve güçlü duygular yöneticileri ve insanların en iyilerini bile yoldan çıkarır. Yasada, tutkuları olmayan zekâyı bulursunuz.”

Aristoteles, bu cümleleri yazdığında, kendisinden binlerce yıl sonra bu sözlerin hâlâ geçerli olacağını düşünmemiş olabilir. Ne yazık ki iktidarın ve gücün yozlaştırıcı etkisi konusunda binlerce yıl içinde çok fazla bir değişiklik olmadı.

Antik dönem siyaset düşünürlerinin temel sorunlarından biri, gücün aşırı kullanılmasının ve keyfileşmesinin yarattığı siyasal “hastalıklar”ın nasıl “tedavi” edilebileceği konusuydu. Metaforik anlamda “hastalık” kelimesinin kullanılması değildi söz konusu olan; siyasal kötülükler, ruhsal hastalıkların bir sonucu olarak düşünülüyordu. Sokrates ve Platon bu nedenle iyi ya da sağlıklı bir siyasal rejimin kurulmasını sağlıklı ruhlarla gerçekleştirmeye çalışırlar. İyi bir devlet adamı için bilgiler önemlidir ama daha önemlisi ruhunun sağaltılmış-eğitilmiş olmasıdır. Yönetici ya da devlet adamı, kendi tutkularını, ihtiraslarını denetleyebilecek içsel bir öz disipline ulaşmalıdır.

Hastalıklı ruh, arzulara ya da ihtiraslara teslim olmak anlamı gelir. Siyasal anlamda ele alındığında, kendi çıkarına teslim olmak demektir bu. “Kamu çıkarı” ya da “ortak iyi” yerine bir yöneticinin ya da siyasetçinin kendi çıkarını öne çıkarması böyle bir ruhsal hastalıktan kaynaklanır. Doğruluktan sapmış bir ruhtur bu.

Modern döneme gelinceye kadar, siyaset felsefesinde, ruhun kurtuluşu ya da aydınlanma bu anlama gelir. Mağaradan çıkmak, yanılsamadan kurtulmak, özgürleşmektir; yani sadece “bilgilenmek” değil “bilgelenmek”tir.

Böyle bir devlet adamı nasıl bulunur? Bulunsa dahi, ona güvenebilir miyiz? Bozulmadan, gücün cazibesine kapılıp yozlaşmadan iktidarı kullanması söz konusu olabilir mi? Yani iktidar, iyi eğitilmiş ve bilge bir ruha sahip yöneticiyi dahi bozabilir mi?

Aristoteles tıpkı hocası Platon ve diğer pek çok filozof gibi, tutkuların ve güçlü duyguların en iyi yöneticiyi bile bozabileceğini düşünür. En iyisi, en sağlıklısı bulunsa bile güven olmaz, iktidar insanı yoldan çıkarabilir.

İşte bu nedenle, tarihin bu eski zamanlarından itibaren önerilen bazı çözümler (ilaçlar) olmuştur. Bunlardan biri, sınırlandırma ve denetleme mekanizmalarıdır. En önemi sınırlandırma mekanizması yasalardır. Sadece yöneticinin değil, siyasal rejimin de yozlaşmasını engellemek için yasalara bağlı olmak gerekir. Yasa koyucu dahi, kendi iradesini yasaya bağlamak durumundadır. Aksi durumda, hangi yönetim biçimi olursa olsun, ister demokrasi, ister aristokrasi, ister monarşi, yöneticilerin yasadan sapması siyasal yozlaşmayı, sonuçta da çöküşü getirir.

Modern döneme gelinceye kadar bir hukuk devletinden söz edilemez kuşkusuz. Yine de Antik dönemden itibaren, yasadan sapma siyasal yozlaşmayı doğuran başlıca nedenlerden biri olarak sunulur.

İyi de yöneticilerin yasaya bağlı kalmaları nasıl sağlanabilir? Bir ülkede iyi yasaların olması tek başına yeterli değildir. Onların yorumu ve uygulanması da bir o kadar önem taşır. O halde yöneticileri yasaya bağlı kılacak bir iktidar yapılanması olması gerekir. Bu da iktidarın tek bir merkezde toplanmasını değil, parçalanmasını ve her bir parçanın diğerini dengelemesini ve denetlemesini gerektirir. Platon Yasalar’da, Aristoteles Politika kitabında bu yönetim biçimini “ideale en yakın” yönetim olarak kurgularlar ve “karma anayasa” şeklinde adlandırırlar. Üç yönetim şeklinin, monarşinin, aristokrasinin ve demokrasinin bir sentezi olan karma anayasa bir tür denetleme ve denge (check and balance) sistemidir.

Roma Cumhuriyeti’nin yönetim modeli karma anayasa olacaktır ve Polybios, Roma’nın başarısını bu anayasaya bağlayacaktır. Ortaya çıktığı tarihsel dönem ve koşullar içinde düşünüldüğünde ilk cumhuriyet rejimi aslında, siyasal yozlaşmayı engellemek için düşünce tarihinden ve siyasi tarihten çıkarılmış derslerle örülmüş bir modeldir; kuşkusuz kendine ait çok sayıda sınırlılığı olsa da. O nedenle de cumhuriyet “özü” gereği, en “soyut” anlamda ele alındığında, siyasal yozlaşmadan uzak bir rejimdir. Ama uygulamada cumhuriyet saf anlamıyla tezahür etmez, üstelik ömrü uzun sürmeyecek ve çökecektir. Nedenleri (cumhuriyet neden çöker?) üzerinde başka bir yazıda durmak gerekir.

Modern döneme gelindiğinde, on yedinci yüzyıldan itibaren güçler ayrılığı düşüncesi gelişir. Sadece yöneticilerin denetlenmesi için değil, özgürlük için de gereklidir yasama, yürütme ve yargı güçlerinin farklı ellerde toplanması ve birbirini denetlemesi.

İleriki dönemlerde, demokrasinin içerdiği bir tehlike olarak çoğunluğun tiranlığının engellenmesi ve gücün merkezileşmesi gibi kaygılar, yasama organının yaptığı yasaların bir üst norma bağlı kılınması düşüncesini; bu da “anayasa yargısı”nı doğurur. (Anayasa yargısıyla ilgili hukuksal bir açıklama sunulması amaçlanmıyor bu yazıda. Bunun için, hızlıca ulaşılabilecek yetkin bir kaynak açısından Kemal Gözler’in internet sayfasını öneririm: https://www.anayasa.gen.tr/anayasa-yargisi.htm.)

Anayasa Mahkemesi, Avrupa’da, anayasa yargısının hayata geçirildiği organlardır. 1945 sonrasında, özellikle de faşizm deneyimi sonrasında Anayasa Mahkemeleri yaygınlaşmaya başlamıştır. Faşizmden çıkarılan bir ders olmuştu: Bir ülkede “yasa yönetimi” ya da yasaların olması “adalet” olduğu anlamına gelmeyecektir, yasa koyucuları da sınırlandıracak ve yasaları anayasaya uygun olacak şekilde denetleyecek bir üst yargı organının varlığı gereklidir. Bu açıdan Anayasa Mahkemeleri artık “hukuk devleti”nin temel mekanizmalarından birisidir ve çoğunluk ilkesi gereğince iktidarda bulunan yasa koyucuları (parlamenterler ya da milletvekilleri) sınırlandırma-denetleme açısından vazgeçilmezdir.

Yılmaz Özdil’in Sözcü gazetesinde 15 Ekim’de yazdığı yazıdaki “Anayasa var mı ki mahkemesi olsun?” sorusu haklıdır. Türkiye bir süredir “hukuk devleti” değil “yasa devleti” olarak yönetilmektedir. Yapılan yasalarda ve yasa değişikliklerinde (buna 2012 Anayasa değişikliği de dahil) temel-evrensel hukuk normları gözetilmediği gibi, iktidardakiler “kendi yasa anlayışları” içinde yaptıkları yasalara dahi kendilerini bağlı görmemektedirler, bırakın Anayasa Mahkemesi kararlarını.

Üstelik, Anayasa Mahkemesi'nin eninde sonunda ele aldığı anayasa maddesine ilişkin bir “yorum sunduğu”; kuruluşu, görev ve yetkilerinin anayasada belirtildiği, anayasayı yapan kurucu iradenin ise son tahlilde “siyasi” olmasının bir paradoks teşkil ettiği gibi pek çok soru-sorun üzerinden tartışma açılabilir.

Yine de Türkiye’de 1961 Anayasası'yla kurulan ve kuruluş tarihi itibariyle Avrupa’da ön sıralarda yer alan Anayasa Mahkemesi, bir “kurum” olarak hâlâ değerlidir, hâlâ önemlidir. Modern bir kurum olmasına karşın, insanlığın tarihsel deneyimlerden süzülüp gelen, acı siyasi deneyimlere çarelerden biri olarak düşünülen, siyasal yozlaşmayı tümüyle engelleyemese bile hafifletici mekanizmalardan biridir. İnsanlığın hukuk düşüncesi ve uygulamaları içinde gerçekleştirdiği bir “buluş”tur. Bu nedenle de Anayasa’nın niteliği, hâkimlerin atanma yolları, hâkimlerin hatalı kararları-eylemleri önemini ne kadar gölgelerse gölgelesin, “denetleyici” ve “dengeleyici” bir kurum olarak işlevindeki vazgeçilmez önemden dolayı mahkemenin “kurumsal” varlığını korumak, gelecek kuşaklara karşı bir borcumuzdur.