Yerel seçim maratonu 23 Haziran’da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın seçilmesiyle son bulacak. Yaklaşık 6-7 aydır Türkiye gündemini meşgul eden yerel seçimler, elbette ülkenin yüksek tansiyonlu siyasetinin ayrılmaz bir parçası oldu. Muhalefetin kısmi çabalarına karşın, seçim bahsinde yapılan tartışmalar ağırlıklı olarak genel çatışma ortamından kendini kurtaramadı. Yaşadığımız yoğun yerel seçim atmosferine karşın, yerel demokrasi, sosyal/sınıfsal eşitsizlikler, […]

Siyaset bilimci Prof. Dr. Yeşeren Eliçin Arıkan: Küreselleşmenin kentsel yaşama yıkıcı etkileri oldu

Yerel seçim maratonu 23 Haziran’da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın seçilmesiyle son bulacak. Yaklaşık 6-7 aydır Türkiye gündemini meşgul eden yerel seçimler, elbette ülkenin yüksek tansiyonlu siyasetinin ayrılmaz bir parçası oldu. Muhalefetin kısmi çabalarına karşın, seçim bahsinde yapılan tartışmalar ağırlıklı olarak genel çatışma ortamından kendini kurtaramadı. Yaşadığımız yoğun yerel seçim atmosferine karşın, yerel demokrasi, sosyal/sınıfsal eşitsizlikler, yıkım politikaları, kent hakkı ve kent yoksulluğu başta olmak üzere, şehirlerin gerçek problemlerine ilişkin tartışmaların yeterince yürütülmediğini söylemek yanlış olmaz.

Ülke gündeminde arka sıralara itilen bu sorunları, Politik Muhabbetler’de görünür kılmak istedik. Önümüzdeki pazar günü yapılacak İstanbul seçimleri öncesinde, İstanbul’un ve Türkiye kentlerinin gerçek problemlerini, yıllardır bu konu üzerine çalışmalar yürüten Galatasaray Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yeşeren Eliçin Arıkan’la konuştuk.

  • Türkiye’deki yerel seçim süreci henüz sona ermiş değil. Ancak meselenin düşünsel boyutu, siyasi polemiklerin altında eziliyor gibi. Yıllardır bu konuya dair çalışmalar yürüten, araştırmalar yapan bir akademisyen olarak, seçim sürecinde kentlerin gerçek problemlerinin sağlıklı bir şekilde ele alındığını düşünüyor musunuz?

İstanbul seçimlerinin yenilenme kararının ardından 23 Haziran seçimlerinin bir yerel seçim olmanın ötesinde anlam kazandığı açık. Ama öncesinde yani 31 mart yerel seçim sürecinde de kentlerin gerçek sorunlarının tartışıldığını söylemek mümkün değil. Türkiye’de hemen hemen hiçbir yerel seçim sürecinin sadece yerel gündem üzerinden seyretmediğini söylemek de yanlış olmaz. Yerel seçim sonuçları iktidarda olan partiye olan desteğin ölçüsü olarak da değerlendirilir zaman zaman. Bunun konjonktürel nedenleri var doğal olarak. 31 mart seçimlerinden sonra yaşadığımız süreç ve YSK kararları nedeniyle önümüzdeki İstanbul seçimlerini de sadece bir yerel seçim olarak görmek mümkün değil. Bugün artık seçim güvenliğinden söz edemiyoruz, seçim kurumuna olan güven tamamen sarsılmış durumda, seçim gerçekleşecek mi, eşit ve adil koşullarda yapılacak mı, sayım adil olacak mı, seçimi kazanan aday mazbatasını sorunsuz bir biçimde alacak mı? Bu sorular seçmenlerin zihnini meşgul ediyor. Oy vermeye bile gönül rahatlığıyla gidemiyoruz çünkü acaba gayrı hukuki bir karara meşruiyet mi kazandırmış olacağız diye endişe ediyoruz. Tüm bu şartlar altında 23 Haziran seçimi demokratik mücadele zeminini kaybetmemek için elimizde kalan belki de son şans haline geldi. Ancak şurası da çok açık ki bugün her zamankinden daha çok kentlerin gerçek sorunlarını tartışmaya da ihtiyacımız var çünkü bu sorunlar artık kentlerdeki yaşam kalitesini tahammül edilmez derecede düşürdü ve sosyal psikoloji açısından önemli bir tehdit haline geldi.

  • Yerel yönetim meselesi, ülkedeki genel durum ve atmosferle de yakından ilgili. Bugün Türkiye’de çok merkezileşmiş bir iktidar var. Gücün bu denli tek elde toplandığı bir Türkiye’de ideal bir yerel yönetim mekanizması kurmak ne kadar mümkün?

 Bu mümkün olamaz tabii. Zaten özellikle bazı yetkilerin merkezileşmesi nedeniyle ideal bir yerel yönetimi hayata geçirmek çok zor. Bu dönem bana biraz 1973-1977 seçimlerinden sonra yaşanan  dönemi hatırlatıyor. O zaman iktidarda çoğunlukla Milliyetçi Cephe hükümetleri vardı. İlk defa sosyal demokrat belediyeler yönetime geldi ve son derece çatışmalı bir süreç başladı. Merkezi yönetimle yerel yönetim çekişiyordu. Arada büyük bir kopukluk söz konusuydu. O dönemde belediyeler bir şey yapabilmek için merkezi yönetimden para almak zorundaydılar, yasal düzenlemeler bugünkü gibi değildi. Merkezi yönetim sosyal demokrat belediyelere çok çeşitli araçlarla baskı uyguladı. Ama o dönemde aslında yerel yönetimler, kendilerini bir şekilde buldular. Baskıyı aşmak için arayışlara girdiler. Kaynak nasıl bulunur, nasıl yaratılır, bunların yolunu aradılar. Üretim işlerine girdiler, dayanışma faaliyetleri yürüttüler. Birtakım araçlarla ve yollarda merkezi yönetimi deşifre etmeye başladılar. Eğer seçimler normal biçimde sonuçlanırsa, bence yine böyle bir dönem önümüzde. Gördüğüm kadarıyla Ekrem İmamoğlu biraz bunu yapmaya çalışıyor. Belediye Meclisi toplantılarını yayınlamak bunun bir parçası mesela. Bu açıklık ve şeffaflık, bir anlamda halk yönetimini devreye sokmak demek. Orada ne olup bittiğini, kimin ne konuştuğunu, neler yapılmak istendiğini insanlar görüyorlar. Bunun bir baskı oluşturduğunu o kısa dönemde bizler de gördük. Bunlar tabii çok etkin bir yönetime cevaz vermeyecektir. Çünkü normal bir yönetim döneminde değiliz. Demokratik şartlar altında yaşamıyoruz, bir mücadele döneminin içindeyiz. Yerel yönetimlerin kendi özerkliklerini kazanmak için ne yapacaklarını önümüzdeki süreçte göreceğiz.

KENTLERDEKİ SOSYAL AYRIŞMA DERİNLEŞİYOR

  • Sizce İstanbul’un en büyük problemi nedir?

İstanbul’un sorunlarını iki düzlemde ele almak mümkün; birincisi ve en acil olanı kentin küresel iklim değişikliğini dikkate almayan kentleşme politikalarıdır. Çocuklarına gelecek kaygısı yaşatan, çocuklarını isyan ettirmiş bir nesiliz. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çocuklar karar alıcıların dikkatini bu soruna çekmek, kendi geleceklerine sahip çıkmak için sokağa çıkmak zorunda kaldılar. Dünya tarihinde böyle bir olaya şahit olmadık daha önce. Ben bir anne olarak kızıma endişe etmesine gerek olmadığını, karar alıcıların sorunun farkında olduklarını ve gerekli adımları atacaklarını söyleyememenin üzüntüsünü yaşıyorum her gün. Çünkü Türkiye’de maalesef hâlâ iklim değişikliği meselesi ne yerel ne de ulusal ölçekte siyasi ajandada hak ettiği yeri almış değil. Diğer taraftan son 20 yılda izlenen kentsel politikalar nedeniyle yaşam kalitesi hızla düştü. Trafik, aşırı yapılaşma, kamusal alanların özelleştirilmesi, park, orman ve rekreasyon alanların hızla yok olması, kültür yaşamın giderek çoraklaşması bu düşüşün en önemli nedenleri. Kentin neoliberal gelişme politikalarına teslim olması nedeniyle mutenalaştırma ve yerinden edilmelerle kentin dezavantajlı kesimleri kent çeperlerine sürülüyor, kentteki mekânsal ve sosyal ayrışma giderek derinleşiyor.

İkinci mesele ise karar alma süreçlerine yani bu kararların nasıl ve kimler tarafından alındığına dair. Istanbul’da kentliler kente ilişkin karar süreçlerinden tamamen dışlanmış durumdalar. Sivil toplumun talepleri ve itirazları hiç dikkate alınmıyor. Aslına bakarsanız daha da vahim olan şu ki karar süreçlerinden dışlanan sadece kentliler değil Büyükşehir Belediyesi de dışlanmış durumda. Özellikle son 10-15 yılda kentin makroformunu etkileyen önemli kararlar merkezi yönetim tarafından alındı. Bunlardan bazılarına İBB’nin muhalefet etmeye çalıştığını da biliyoruz, Erdoğan’ın kendi belediye başkanlığı döneminde 3. köprüye karşı çıktığını Topbaş’ın da en azından bir süre direnmeye çalıştığını biliyoruz. Dolayısıyla kentleri yönetmeye aday olacak siyasetçilerin öncelikle karar süreçlerinde kentin seçilmişlerinin ve kentlilerin yeniden söz sahibi olmalarını sağlamaları gerekiyor. Saydamlık, hesap verirlik ilkelerini hayata geçirmeleri gerekiyor. Katılımcı karar mekanizmaları oluşturarak, var olan katılım araçlarını işlevsel hale getirerek kentin önceliklerini, kaynakların nasıl dağıtılacağını kentlilerle birlikte belirlemeleri gerekiyor.

  • David Harvey, kent hakkının sadece mevcut olanlara ulaşım hakkıyla sınırlanamayacağını, aynı zamanda kenti biçimlendirmek anlamına geldiğini de söylüyor. Harvey’in yorumundan yola çıkarsak, yurttaşların kenti gönüllerince biçimlendirebilmeleri için kent demokrasinin asgari düzeyde de olsa işlemesi gerekiyor. Siz kent demokrasisi açısından Türkiye’nin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bugün hangi aşamadayız?

Evet, Lefebvre’in kent hakkı kavramından yola çıkan Harvey bu kavramı kentlilerin yeni sosyal ilişkiler, doğayla daha farklı bir ilişki biçimi, yeni teknolojiler, yeni yaşam tarzları ve yeni estetik değerler yoluyla kenti ve kentleşme sürecini yeniden biçimlendirmesi olarak tanımlar. Bu aynı zamanda kapitalist üretim biçiminin dayattığı kent modeline karşı bir alternatif üretmeyi de içerir. Kenti biçimlendirebilmek için öncelikle kentin yönetimine katılabilmek gerekiyor tabii ki.

Kentsel ya da yerel demokrasiye ilişkin olarak siyaset bilimi literatürünün geliştirdiği kriterlerden yola çıkarsak öncelikle adil yerel seçimlerle işbaşına gelmiş bir kent yönetimi var mı, seçilmiş yönetim gerçekten kente ilişkin konularda karar alma, kenti yönetme gücüne sahip mi, merkezi yönetimin kent yönetimi üzerindeki denetimi keyfi müdahalelere karşı güvence altına alınmış mı, yerel seçilmişlerin keyfi biçimde görevden alınması engellenmiş mi, kentlilerin etkin katılımı ve kent yönetiminin kentlilerin taleplerine karşı duyarlı olması garanti altına alınmış mı, kent yönetimi kentlilere hesap veriyor mu sorularına yanıt aramak gerekiyor.

Yakın zamana kadar en azından adil seçim meselesini ülkenin aştığı bir konu olarak görüyorduk. Ancak biraz önce konuştuğumuz gibi belli bir süredir seçimlerde karşılaştığımız gelişmeler özellikle de 31 mart yerel seçimlerinden sonra yaşananlar artık demokrasinin ilk eşiği olan seçim güvenliğini bile tartışmalı hale getirdi.

Kentin kendi kendini yönetme, kendi geleceğini belirleme kapasitesi yani yerel özerklik açısından ele alırsak, İstanbul’un diğer kentlere göre farklı bir noktada durduğunu söylemek gerek. Gerek ulusal ekonomideki yeri gerekse küresel ölçekteki önemi nedeniyle merkezi yönetimin, hatta bizzat Cumhurbaşkanının kent üzerinde söz sahibi olmak istediğini görüyoruz.  Kentin makroformu üzerinde son derece büyük etki yaratan, geleceğini belirleyen kararlar kent yönetimi tarafından değil merkezi yönetim tarafından alınıyor. Oysa her kentin yönetiminin kente ilişkin politikalarını belirlediği bazı belgeler vardır, bölge planı, master plan, stratejik plan gibi. Bu belgelerde kentin sorunları ortaya konulur, öncelikler belirlenir, bu sorunların nasıl çözüleceği, kaynakların nasıl kullanılacağı belirtilir. Öncelikler, çözümler, kaynakların nasıl dağıtılacağı meseleleri saydam ve katılımcı yöntemlerle yani kentlilerle birlikte belirlendiği ölçüde de gelişmiş bir kentsel demokrasiden söz etmek mümkün olur. İstanbul’da ise son 20 yıldır kentin geleceğini belirleyen önemli kararlarda kent yönetimi hiç söz sahibi olamadığı gibi bu duruma itiraz da etmedi ya da edemedi. Biraz önce saydığımız tüm politika belgelerinden bağımsız, bu belgelerle uyum içinde olmak gibi bir kaygı da taşımayan bu projelere kentliler itiraz etti ama bu itiraz hiç dikkate alınmadı, projeler hayata geçirildi. Bu kentin gerçekten dünyanın en büyük havaalanına ya da boğaza alternatif bir kanala ihtiyacı var mı son derece tartışmaya açık. “Kanal İstanbul”, ekolojik etkilerini tamamen bir yana bırakıyorum, sadece İstanbul’un gelişimine ilişkin politika kararlarını değil beş yıllık kalkınma planlarında vurgu yapılan ulusal bir kamu politikasını da tamamen göz ardı ediyor. Beş yıllık kalkınma planları on yıllardır nüfusun metropollere özellikle de İstanbul’a yığılma eğilimine vurgu yapar ve bu eğilimi tersine döndürecek stratejiler önerir, yeni çekim noktaları yaratmanın gerekliliğinin altını çizer. Oysa “Kanal İstanbul” kentin bitişiğinde 500 bin kişilik bir uydu kent yaratılmasını öngörüyor.

Merkezi yönetimin kent yönetimi üzerindeki denetimi açısından ele alırsak meseleyi, merkezi yönetimle aynı siyasi partiye ait belediyelerle muhalefet belediyeleri arasında bir ayrım yapmak gerekir. AKP’li belediyeler yakın döneme kadar denetim konusunda hiç sıkıntı yaşamadılar. Ancak son yerel seçimlerin öncesinde iktidar partisine mensup bazı belediye başkanlarının istifaya zorlandığına tanık olduk. Bunun nedeni kamuoyuna hiç açıklanmadı. Bu başkanlar ya da belediyeler hakkında herhangi bir soruşturma da açılmadı. Aslına bakarsanız bu belediye başkanları partileri tarafından mı yoksa merkezi yönetim tarafından mı görevden alındılar söylemek zor. Öte yandan her iki olasılık da yerel demokrasi açısından oldukça sorunlu.

HDP’li başkanların yönetiminde olduğu kentlerde ise olağanüstü hal döneminde çıkarılan bir düzenleme olan ve vesayet kurumlarına seçilmiş belediye başkanları ve meclis üyelerinin yerine atama yetkisi veren kararname ile seçilmiş belediye başkanları yargı kararı olmaksızın görevden alınarak yerlerine kayyım atandı. Son yerel seçimlerde de aday olmaya uygun bulunduğu halde belediye başkanı olmaya uygun bulunmayan seçilmiş başkanlardan mazbatanın geri alınarak “seçilmemiş adaya” belediye başkanlığının teslim edildiğine tanık olduk. Bunların bizi konumlandırdığı yerin demokrasiden çok uzak olduğu aşikar.

Ana muhalefet partisi ise AKP iktidarı altında ilk defa büyük kentlerin yönetiminde söz sahibi oluyor. Dolayısıyla merkezi yönetimin denetim yetkisini bu belediyeler üzerinde nasıl kullanacağını henüz bilmiyoruz. Ancak sayın Cumhurbaşkanının “yönetemezler, hepsi iflas ederler” gibi ifadeleri bu konuda iyimserliğe imkân bırakmıyor. 

Bütün bu verilerin ışığında bakıldığında yurttaşların kenti biçimlendirmek anlamında pek fazla şanslarının olduğunu söylemek mümkün değil. Katılım maalesef bizim siyasi kültürümüze yerleşmiş, kökleşmiş bir kavram değil. Karar alıcılar bunu bir tür zayıflık olarak görüyorlar, sivil toplumdan yükselen taleplere, kentlilerin sesine kulak vermeyi taviz vermek ya da iktidarlarına tehdit olarak algılıyorlar. Yoksa ağacını, ormanını korumak, parkını yapılaşmaya kurban etmemek, sinemasını, kültür merkezini yıkımdan korumak için mücadele eden, daha insan ölçeğinde daha yaşanır bir kent isteyen insanlar neden düşman ya da tehdit addedilsin?

KENT YÖNETİMİNDE SERMAYE SÖZ SAHİBİ

Mevzuatımıza biraz da Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinde yapılan reformlar sayesinde girmiş olan katılım süreçleri ise Arnstein’ın meşhur katılım basamaklarında en alt sırada yer alan aslında gerçek bir katılımı değil iktidar sahiplerinin yurttaşları ikna etmesini ya da en iyi ihtimalle bilgilendirmesini hedefleyen, yani aslında katılım içermeyen süreçler. ÇED süreçleri ya da imar planları hakkında Şehir Plancıları Odası’ndan görüş alınması gibi. Buna karşın sermaye kapalı kapılar arkasında, saydamlıktan tamamen uzak bir biçimde karar süreçlerinde söz sahibi olabiliyor. Kentliler olarak kentin yeniden biçimlendirilmesine hiçbir etkide bulunamıyoruz kısacası. Oysa gerçek anlamda katılım kararlar üzerinde etkide bulunabilmeyi, kararları biçimlendirebilmeyi en azından karar sürecinin paydaşlarından biri olmayı ifade eder.

Son olarak demokrasinin en önemli ölçülerinde bir diğeri olan hesap verirlikte ne durumda  olduğumuza bakmak gerekiyor. Bu konuda çok fazla söze gerek yok sanırım. Basında, daha doğrusu sınırlı sayıda konvansiyonel medya ve alternatif medyada demek lazım, her gün belediyelerin nasıl kötü yönetildiklerine, kaynakların nasıl israf edildiğine ve keyfi biçimde dağıtıldığına dair haberleri okuyoruz. Ancak şunun altını çizmek gerekiyor ki hesap vermek de hesap sormak da aslında siyasi kültürümüzde yer edememiş kavramlar. Vergisini ödemeyen, trafik kurallarına, imar mevzuatına uymayan bir yurttaş topluluğundan kent yönetiminden hesap sormasını nasıl bekleyeceğiz? İnsanlar aslında kaynaklar adil dağıtılmadığında değil ama bu dağıtımdan pay alamadıklarında tepki gösteriyorlar. Artık bir liyakat toplumuna dönüşmek için çaba harcamamız gerektiğini düşünüyorum. Kent yönetimleri açısından baktığımızda bu açıklık ve hesap verirlikle mümkün. Kaynakları nasıl kullanacağınızı, hangi konulara öncelik vereceğinizi kentlilerle birlikte saptarsanız, politikalarınızı bir toplumsal uzlaşma üzerinden oluşturursanız, toplum hakkaniyetinize güven duyarsa, bunu açıkça görürse o zaman fedakarlık etmeye, toplumsal fayda için daha az almaya rıza gösterir.  

Türkiye’de kentsel demokrasinin durduğu yere biraz daha geniş bir perspektiften bakarsak, esasen, 2012 yılında çıkarılan 6060 sayılı kanunla birlikte bir yeniden merkezileşme sürecine girmiş bulunduğumuzu görüyoruz. Hâlâ içinden çıkamadığımız son yerel sürecinde de muhalif adayların başarısı karşısında iktidarın, yerel yönetimlerin yetkilerini merkezi yönetime aktarma yönünde çalışmalar yaptığına dair basına yansıyan haberler duyuyoruz ki tüm bunlar yerel demokrasi anlamında olumlu bir gidişe işaret etmiyor.

  • Neoliberal kentleşme dünyanın pek çok coğrafyasında olduğu gibi Türkiye’de de kentlerin yapısını değiştirdi. Kentin değerli görünen bölgelerinde oturan yoksul insanlar yaşadıkları yerlerden uzaklaştırıyor ve bu insanların boşalttığı yerlerde yapılan yeni konutlar büyük paralara satılıyor. Çevresel koşullar, iş alanları, konutlar ve sosyal kaynaklara ulaşım penceresinden baktığınızda, Türkiye’nin kentlerindeki bu değişim hakkında ne söylersiniz? Başlarda kimi ideologlar tarafından propagandası yapılan bu dönüşüm süreci, bugün kentleri insanlar ve diğer tüm canlılar açısından daha yaşanır hale getirebildi mi?

Neoliberalizm bir siyasi ideoloji olarak özel mülkiyeti, sosyal kaynakların özelleştirilmesini, esnek düzenleyici uygulamaları ve devlet müdahalelerinin sınırlandırılmasını savunur. Kapitalist politikalar sermaye fazlasını kullanacakları kârlı hedefler  arayışındadır. Harvey son dönemde büyük miktarda sermaye fazlasının kentsel dönüşüm, kentsel gelişme ve spekülasyon yoluyla absorbe edildiğini söyler. Küresel finans kapitalizminin dinamiklerine uyum sağlayan kentler bu finansal akışlardan pay kapabilmek için yarışmacı politikalar benimserlerken kent yönetimleri de özel sektör ve kentteki iktidar sahipleri ile birlikte emlak girişimcilerine dönüşürler.

Küreselleşme bir yandan mal, hizmet ve finans piyasalarını akışkanlığı ve desantralizasyonu (merkezi olmaması durumu) ile tanımlanırken bir yandan da denetim ve kumanda merkezi işlevlerinin merkezileşmesine ihtiyaç duyar. Küresel kent diye adlandırdığımız kentler de işte bu işlevi yerine getirirken, yeni kentsel formlar, yeni bir kent kültürü ve yaşam tarzı üretirler. Küresel kapitalizmin talep ettiği hizmetleri başarıyla veren bu kentler, sadece küresel kentsel hiyerarşide daha iyi bir yere sahip olabilmek için değil bu yeri koruyabilmek için de sürekli mücadele etmek zorundadır. Gayrimenkul alanındaki yatırımların sermayenin büyümesinde oynadığı rol nedeniyle kentsel dönüşüm projeleri de kentleri küresel pazarda başarıya götürecek başlıca kentsel strateji olarak algılandılar kent yönetimleri tarafından.

Bu sürecin kentler açısından sonucu mutenalaştırma dediğimiz olgu ve kentsel ranttan ve hizmetlerden alınan payın farklı sosyal sınıflar arasındaki dağılımındaki eşitsizlik olmaktadır. Kentlerin tarihsel doku gibi değerli kesimleri mutenalaştırma yoluyla üst gelir gruplarının eline geçerken, pahalı mağazalar, restoranlar, alışveriş merkezleri bu projelerin bir parçası haline gelir. İstanbul’da Sulukule, Tarlabaşı, Ayazma bu dönüşümün yaşandığı yerlerden sadece bazıları. Diyarbakır’da Suriçi aynı akıbete uğradı. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada çağın çılgınlığı halini alan büyük kentsel projeler ve olimpiyat oyunları gibi uluslararası düzeyde medyatik büyük bir olaylara ev sahipliği yapma çabaları da bu çerçevede ele alınabilir. Nitekim Ayazma Mahallesi’nde yaşayanlar olimpiyatlara ev sahipliği yapma isteğinin bir sonucu olarak olimpik ölçülerde bir stad inşa edilebilsin diye yerlerinden edildi. İstanbul olimpiyat organizasyonunu alamadığı gibi bu stadın da yıkılıp tekrar yapılacağına dair haberler okuduk geçtiğimiz yıl. Tüm bunların kente maliyeti ne oldu, bilmiyoruz?

Sonuç olarak mutenalaştırma yoluyla kentteki mekânsal ve sınıfsal ayrışma giderek derinleşiyor. Bir yanda üst sınıfların yaşadığı korumalı siteler ortaya çıkarken diğer yanda yoksullar yerlerinden ediliyor, kentin çeperlerine itiliyorlar. İstanbul’da bu sürecin kentsel ayrışmayı daha da derinleştirdiğini, toplumdaki ekonomik, sosyal, sınıfsal, mekânsal, kültürel yarılmayı beslediğini görüyoruz. Küresel kent bu anlamda önemli bir kentsel çatışma potansiyeli barındırır. Nitekim küreselleşmenin kentsel yaşam üzerindeki yıkıcı etkilerini, beraberinde protesto eden küresel bir sosyal hareketin de oluştuğunu gözlemliyoruz.

KENT İLE KIRDA YAŞAMIN MALİYETLERİ ÇOK FARKLI

  • Son aylarda ‘kent yoksulluğu’ kavramı seçim tartışmalarıyla birlikte az da olsa gündeme geldi. Kent yoksulluğu tam olarak nedir? Bildiğimiz anlamda yoksulluktan nasıl ayrılıyor?

Yoksulluk hem kırda hem de kentte karşılaştığımız bir olgu. En basit şekliyle yoksulluk yeterli ve güvenli yiyecek, barınma, içme suyu, sağlık ve diğer bazı temel ihtiyaçları karşılayacak imkâna sahip olmamak olarak tanımlanabilir. Ancak söz konusu imkân ya da gelir ölçüsü kırda ve kentte farklı. Bu olanaklara İstanbul’da erişmenin maliyeti ile Bitlis’te ya da Amasya’daki maliyeti aynı değil. Birkaç yıl önce Dünya Bankası uluslararası yoksulluk sınırını günlük 1,90 Amerikan Doları olarak saptamıştı. Bu az gelirli ülkelerdeki yiyecek fiyatları dikkate alınarak saptanmış ve kırsal bölgeler için daha anlamlı olabilecek bir rakam. Artık kentlerde yaşayanlar dünya nüfusunun yarısından fazlasını oluşturuyor ve kent yoksulluğu kentteki yaşam tarzı, tüketim eğilimleri gibi kentsel faktörlerden de etkileniyor. Özellikle düşük ve orta gelir grubundaki ülkelerin kent yoksulları kötü konut kalitesi, yerinden edilme riski, güvenli içme suyu, altyapı, sağlık hizmetleri ve devlet okullarına erişim güçlüğü, doğal afet riskine maruz olma, ya da küresel iklim değişikliği nedeniyle riskin arttığı bölgelerde yaşamak gibi zorluklarla karşı karşıyalar.

  • Avrupa’da sosyal hareketlerin yaygınlaşmaya başladığı 1960’lı yıllarda, toplumların kente dair taleplerinin de gelişmeye başladığı biliniyor. Türkiye’ye bunun yansıması daha sonra oluyor. Sosyal mücadelelerin ortaya koyduğu fikirler, zamanla devletler tarafından bile benimsenir hale geliyor. Geçmişten bugüne, kent hareketleri ideolojik anlamda nasıl bir hat izledi? Devletle olan ilişkisinde ne gibi değişiklikler oldu?

Batı Avrupa’da kentsel hareketler keynezyen refah politikalarının yayılmaya başladığı 60’ların ortasında ortaya çıkar. Bu yıllar kentsel dokuyu iyileştirme, konut stokunu modernleştirme amaçlı büyük ölçekli kentsel yenileme projelerin ortaya çıktığı yıllardı. Arsa spekülatörleri bazen tüm bir konut adasını satın alıp, yenileme için uygun zamanı beklerken boş tutuyorlardı. Yaşadıkları kentin yaşam kalitesini savunmak amacıyla örgütlenen ilk muhalif gruplar özellikle bu büyük ölçekli kentsel yenileme ve modern konut projelerine karşı çıktılar. Kentsel yenileme ve spekülasyon amacıyla boş bırakılmış binaları işgal ederek alternatif yaşam biçimleri oluşturdular. İşgal hareketleri 70’lerin ilk yarısında Britanya, Almanya ve Hollanda kentlerine yayıldı ve bu yılların yaygın muhalefet biçimi haline geldi. Özellikle Frankfurt’ta 1972’den 1974’e dek iki yıl süren işgal tüm yerel hareketlerin desteğini sağlamıştı. Kentsel politikalara karşı örgütlenen daha geleneksel yurttaş grupları ise ilk başta alternatif plan önerileri geliştirmek gibi stratejilerle kent yönetimleriyle işbirliği zemini aradılar. Kent yönetimleri ise başlangıçta bu girişimlere duyarsız kaldı.

70’lerin sonunda Türkiye’de de gençlik hareketlerinin yükselişine tanık olduk. Boykot ve işgal, işçi eylemlerini destekleyen öğrenci hareketinin sık sık başvurduğu eylem biçimlerinden biri oldu. 1950’lerden itibaren hızlanan göçle birlikte özellikle kent çeperlerinde yer alan kamuya ait topraklar gecekondu işgaline sahne oldular. Kent yönetimlerinin yoksul göçmenlerin barınma sorunlarına çözüm getirecek kaynak ve imkanlardan yoksun olduğu göz önüne alınırsa bu gecekonduların açıkça ifade edilmemiş bir ‘konut hakkı’ndan meşruiyet aldıklarını söylemek yanlış olmaz.

1980’lere gelindiğinde Avrupa’da konut için mücadele ve işgal hareketleri sürüyordu. Kent yönetimleri ise ekonomik yeniden yapılanmanın getirdiği mali kısıntılar ve artan işsizlikle baş etmek zorundaydılar. Bu nedenle alternatif grup ve cemaatlerin yaratıcı kapasiteleri onların da ilgisini çekmeye başladı. Eylemciler tarafından geliştirilen alternatif öneriler giderek kent yönetimleri tarafından da benimsenmeye başladı. Bunlardan en önemlisi işgal edilen binaların kamu tarafından satın alınarak uzun erimli kiraya verilmesini öngören modeldi ve Berlin Hamburg gibi kentlerde uygulandı. Zamanla gerek konut hareketleri gerekse alternatif projeler çeşitli fonlardan yararlanmaya, hatta giderek belediye projeleri, sosyal projeler ve iş bulma programlarına eklemlenmeye başladılar. Bir anlamda devletle uzlaşan bu gruplar bu yüzden zaman zaman diğer muhalif grupların tepkisini çektiler.

90’LI YILLARDA KENTSEL HAREKETLER AYRIŞTI

90’lara gelindiğinde kentsel sosyal hareketler farklılaşmaya ve ayrışmaya başladılar. Yerel yönetim programlarına eklemlenen gruplar, cemaat temelli hareketler, daha ziyade yaşam kalitesini savunmak peşinde olan ve  zaman zaman da göçmen karşıtı veya ırkçı söylemler benimsemekten çekinmeyen orta sınıf hareketleri ile yeni yoksul hareketleri ayrıştı. Olimpiyatlar ya da World Expo gibi büyük ölçekli kentsel projelere, mutenelaştırma amaçlı kentsel gelişme projelerine muhalif hareketler ortaya çıktı. Yine de bu gruplar arasında ayrımlar çok net değildi ve zaman zaman bir araya gelebiliyorlardı. Bu türden koalisyonların ortaya çıktığı kentlerden birisi de İstanbul. Özellikle 2000’li yıllarda kentsel sosyal hareketlerin, üçüncü köprü, üçüncü havaalanı gibi büyük ölçekli projelerle, Ayazma, Sulukule, Başıbüyük, Gülensu-Gülsuyu gibi mahallelerde gerçekleştirilen mutenalaştırma projelerine karşı örgütlendiklerini gözlemledik. 2000’li yıllar aynı zamanda gerek kentsel politika gerekse sosyal politika ve iş piyasasında egemen olan  neoliberal anlayışa karşı çıkan hareketlerle ulusötesi küreselleşme karşıtı hareketlerin birbirine eklemlendiğine tanık olduğumuz yıllar. Kentsel muhalefet küresel muhalefete eklemleniyor. Kentin ekolojisi için verilen mücadele ile küresel iklim değişikliği için verilen mücadele ortaklaşıyor. Her iki mücadelenin de karşısında ulusötesi şirketleri bulmamız tesadüf değil. Belki ‘kent hakkı’ kavramını da bu çerçevede yeniden düşünmemiz, yeniden tanımlamamız gerek. Kent hakkını  sadece demokratik katılım, insan hakları, mal ve hizmetlere eşit erişim, kamusal alan talebi, çevresel adalet ve toplumla dayanışma olarak değil bir parçası olduğumuz küresel ekosistemi korumak ve savunmak olarak da düşünmeliyiz.

AVM’LER SOSYAL SINIFLARA GÖRE FARKLILAŞIYOR

  • Türkiye’de konut ve sektörünün patlama yaptığı 2000’li yıllarda, yukarıda değindiğiniz mutenalaştırma politikasının da bir sonucu olarak, lüks ve güvenlikli sitelerde yaşam sürmeye başlayan insanların kente dair sağlam bir aidiyet duygusu hissetmediği ifade edilir. Bu durum kent açısından ne gibi sonuçlar doğuruyor?

2000’li yıllar boyunca sosyal ve mekânsal ayrışma hızla artarken, yoksullar için kentsel hizmetlerden faydalanma olanakları ise kaygı verici oranda azaldı. Güvenlikli sitelerde yaşayan üst gelir grupları kentin bütününe ilişkin bir aidiyet duygusu geliştiremiyorlar çünkü kentin alt gelir gruplarının yaşadığı bölümleri ile etkileşim içinde değiller. Kentin sorunlara karşı duyarsızlar çünkü o sorunlarla karşılaşmadan yaşayabiliyorlar. Birçok ortak ihtiyaç site içinde çözülüyor, helikopter, deniz taksisi gibi pahalı ulaşım araçlarına erişebilirlikleri sayesinde trafikten bile azade olabiliyorlar. Dolayısıyla kentin sorunlarını diğer kentliler gibi yaşamıyor,  paylaşmıyorlar. Esasen bu sitelerdeki güvenlik de gerçek bir ihtiyaçtan çok bir statü göstergesine karşılık geliyor. Dezavantajlı kesimler ile orta ve üst gelir grupları birbirleriyle karşılaşmıyorlar bile. Çünkü kent merkezlerinin yerini AVM’ler aldı. AVM’ler de hitap ettikleri sosyal sınıflar bazında farklılaşıyor. Hatta bazı AVM’lerin farklı bölümlerinin farklı sosyal sınıflara hitap edecek biçimde düzenlendiğini görüyoruz. Bu da kentlilerin arasındaki dayanışma duygusunu ortadan kaldıran, sosyal sınıfları birbirine yabancılaştıran hatta düşmanlaştıran bir etki yaratıyor.

  • Suriye’ye yönelik dış müdahalenin ardından, Türkiye’ye son yıllarda milyonlarca Suriyeli akın etti. Plansız şekilde ve günlük tedbirlerle idareye edilmeye çalışılan bu süreç, toplumda bazı gerginliklerin oluşmasına da zemin hazırladı. Burada kenti yönetenlerin sorunların çözümüne katkı sağlayabilmek için ne yapmalılar?

Göç İdaresi Başkanlığı’nın verilerine Türkiye’de geçici koruma altındaki Suriyeli sayısı 3,6 milyon. İstanbul’da yaşayan Suriyeli sayısı ise 547 bin civarında. Tabii ki kenti yönetenlerin göz ardı etmemeleri gereken bir konu, ve kesinlikle yapabilecekleri hatta yapmaları gereken şeyler var.

Ne var ki sığınmacılar konusundaki en önemli zorluk bu konuda ulusal politikanın ne olduğu konusundaki belirsizlik. Belirsizlik esasen siyasi bir tercih. İktidara hareket imkanı veriyor. Ama 3,6 milyon insan “geçici sığınmacı” olarak tanımlanınca, bu geçiciliğin ne kadar süreceği ve geçicilikten sonraki aşamanın ne olacağı belirsiz bırakılınca, bu alanda hiçbir yasal düzenleme, görev tanımı, kaynak aktarımı da yapılmıyor haliyle. Kent yönetimleri bu konuda tamamen kendi inisiyatiflerine bırakılmış durumdalar. Hiçbir şey yapmazlarsa kimse hesap sormuyor, buna karşın bir şey yapmak daha riskli olabiliyor çünkü özellikle muhalif kent yönetimleri ‘yanlış’ yapmaktan korkuyorlar. Oysa, bu nüfusun artık on yıla yaklaşan bir süredir ülkemizde yaşadığını, çocuklarının burada doğduğunu, Suriye’de gelecekte nasıl bir çözüm olursa olsun büyük bir bölümünün buradan ayrılmayacağını biliyoruz. Bu durumda Suriyelilerin topluma uyumu ve toplumsal kabulü açılarından yapılması gereken çok iş var. Öncelikle toplumdaki yabancı düşmanlığı ile mücadele edilmesi ve mülteciler ile kentin yerlileri arasında çatışma olasılıklarının ortadan kaldırılması gerekiyor.

MÜLTECİLERE HİZMET BELEDİYEYE BAĞLI

İstanbul’da büyükşehir ve ilçe belediyelerinin Suriyeli sığınmacılar konusundaki politika ve eylemleri üzerine yaptığım araştırmada mültecilere sağlanan hizmetlerin kapsamının büyük ölçüde belediye başkanının konuya yaklaşımına ve eylemde bulunma isteğine bağlı olduğunu gördüm. Bulunan çözümler de kent yönetiminin yaratıcılığı, mali kaynakları harekete geçirme ve çözüm inşa etme kapasitesine bağlı oluyor doğal olarak. Çünkü sığınmacılar için kullanmak üzere kent yönetimlerine merkezden aktarılan bir kaynak söz konusu değil. Bu nedenle en etkin yol ulusal ya da uluslararası sivil toplum örgütleriyle proje bazında işbirliği yapmak. Nitekim İstanbul’da giderek daha fazla belediyenin bu tür ortaklıklara katıldığını görüyoruz. Ama tabii ki kent yönetimlerinin bundan daha fazlasını yapmaları gerekiyor. Bu projeler sınırlı sayıda insana ulaşabilen, palyatif çözümler sunan ve yardımseverlik çerçevesinde gerçekleştirilen çalışmalar. Oysa sığınmacı nüfusun tamamına ulaşabilecek bütüncül bir yaklaşım gerek. Kent yönetimlerinin de bu konuda daha istekli ve kararlı olması, yasayla verilmiş bir görev olmadığı gibi mazeretlerin ardına sığınmaktan vazgeçmeleri yerinde olur.

İstanbul’da gözlemlenen önemli bir sorun da ilginç bir biçimde büyükşehir belediyesinin bu konunun tamamen dışında kalması. Oysa belediye kapsamlı ve bütüncül bir politika oluşturmak, bir veri tabanı oluşturarak ilçe belediyeleri tarafından verilen hizmetleri koordine etmek gibi yapabileceği çok önemli işler var.