Al Pacino’nun karakterine dönüştüğünü yine ve yeniden görebilmek, Robert De Niro’nun onca yıla yayılan bir karakteri taşıma çabasını izlemek ve bunun keyfini sürmek varken, Can Yaman denilen, iki ayaklı libidonun, ahkâm kesmesini ve değişik hareketlerini gündem manyağı yapmaya çabalayanları anlamak, ne denli zor, bir bilseniz.

Sıyırmamak mümkün müdür?

Alper Turgut

Pek sayın halkımızla, gazete okumaya dair yapılan bir ankette, yüzde 74 gibi hayli yüksek bir oranla, mecmua de neymiş ya sonucuna ulaşılmış. Ha! Kalan yüzde 26’lık kesimin de çoğunluğunu, altılı ganyan kovalayan, futbolu iddia ve bahisle taçlandıran, iktidarın hezeyanlarıyla beynini yakan yurttaşlarımızın oluşturduğunu düşünmemek abes kaçar. Hal böyleyken, bir avuç insan için neden hala gazete çıkartılıyor diyebilirsiniz, kuşkusuz haklılık payınız da olur, bunca PR çalışmasının, göz boyamanın, gerçeği bükmenin, yalanı köpürtmenin arasında, doğru haberi bulmak ve ona ulaşmak harbiden meşakkatli iş, hele hele yaşam enerjimizi emen vasatlık çağında, bu işe soyunanların kısmen deli filan olması gerek. Ansiklopedi dağıtılan yıllarda gazetecilik yaparken, her tanınmış gazete resmen milyon barajını aşıyordu, tamam, kimi evini süslemek için alıyordu belki kuponlu gazeteleri, lakin yine de dağıtılan şey bilgiydi. Sonradan ucuz kap kacak dağıtalım kafasıyla, bir çuval inciri berbat ettiler ya, işte orası apayrı bir mevzu.

Kitap okuma oranı da sözüm ona, son 11 senede yüzde 30’dan yüzde 42’ye yükselmiş bambaşka bir araştırmanın neticesinde, yani bu halk, kitap okuyor ha, kargalar güler buna, itinayla. Geçenlerde kitapçıdaydım, bir delikanlı, roman dediğin 59 lira olur mu, öğrenciyim ben diye kasada duran başka bir gence püskürüyordu, beriki benim suçum yok diye anında savunmaya geçti, sistem böyle işliyor demeye getirdi, kolay yoldan, böylelikle. Çemkiren ve savunmaya çekilen açıcından da acıklı bir durumdu aslında, sonra raflara baktım, çoksatarlara, yeni çıkanlara falan filan, bomboş işlerdi çoğu. Ya kopyala yapıştır dava dosyaları ya da ergen günlüğü muadili, öznel hezeyanlar, edebi değer ise hak getire. Dini, milliyeti, kendi kampını doruklara çıkaran, haliyle hedeflediği kesimlerin gazını alan projeler yoğunluktaydı. Hamaset, edebiyatın yerini almıştı. Şimdi bunları kitap diye okusan ne olur, okumasan ne olur, dimağa katkısı nedir, bence kocaman bir hiç!

Elbette, gençler daha çok okuyor, memleketini ve dünyayı anlamaya, kavramaya didiniyor, zihin açık ve bu dibi hedefleyen toptan gidişatın, gayet de farkındalar. Lakin ortada bunca ucuzluk mevcutken, sosyal medyada fonu tasarlayıp kahve eşliğinde kitap fotoğrafı paylaşmak, onların suçu değil, asla! Ne verdiniz de ne istiyorsunuz gençlerden, niye artık büyük edebiyatçılar yok, neden afili şairlerimiz kayıp, evvel çözülmesi gereken sorun budur, derinlik, kalıcılık, ağırlık yerine, hafif, uçucu ve ederi olmayana meyletmenin dayanılmaz halleri, samimiyetsizliğimizin resmidir, ötesi berisi de yoktur.

Bir başka trajik olan gelişme, toplumun yüzde 83’nün dizilere dadanması, hiç şüphesiz. İnanılmaz yüksek bir oran bu, bir kısmı, birkaç bölüm sonra patlayacak, çalakalem yazılmış senaryoyla finale bağlayacak saçmalıklara bunca değerli vaktini ayırması, akıl alacak gibi değil! Kendi adıma, birçok yabancı dizi seyretmiş biri olarak, sarmadı mı, hemen noktayı koyuyorum, bana çekildiği memleketin kültürünü, dokusunu, gündelik hayatını aksettirmiyorsa adamakıllı, izlemeye de lüzum yok diyor ve daha özgün kurguların peşine düşmeye çabalıyorum. Eeee tüm bunlar ne işine yarıyor diyorsanız eğer, Uzakdoğu işlerini seyrede seyrede kulağım, Japonca, Korece ve Çinceyi artık birbirinden ayırabiliyorum, yemek içme kültürlerine, tarihlerine, aile ve toplumla ilişkilerine filan gayet hakimim diyebilirim. Latin Amerika olsun, Kuzey ülkeleri olsun, Avrupa’nın ortası olsun, farklı coğrafyalar hakkında da fikirlerim var artık.

Çünkü arama motoru bilgisinden daha değerli olan genel kültür bilgisiydi, internet denen zamazingondan önce, entelektüel birikim, meşakkatli bir uğraş idi, değerliden öte, ihtiyaçtı. Birbirimize hava atmak için değildi, birbirimize bir şeyler katmak içindi, paylaşıldıkça güzelleşirdi. Artık gugıllayarak, anında bilgi sahibi oluyor, fikrini ortaya saçıyor, özgüveni hayret derecesinde yüksek bir profil oluşuyor ivmesi hep artarak. İnternetteki bilgiler ne kadar doğru ne kadar nesnel düşünmüyor bile, buldu ya, hop anında yapıştır, üstüne üstlük böbürleniyor da şaka gibi.

Çok zahmet etti, emek verdi, düşündükçe düşündü sanki, harbiden tuhaf, harbiden. Sosyal medya sağ olsun, okuyandan çok yazan çarpık bir nesil inşa etme vazifesini, layıkıyla yerine getiriyor. Sorgulamıyor, peşin hüküm işine geliyor, eleştirmenin, hakaretle eşdeğer olduğunu sanıyor, güzellikler içerisinde, kötü bir şey arıyor, bulunca abanıyor, kıskanıyor, çok kıskanıyor, başarıya düşman oluyor, bilmediği bir şey hakkında konuşmaya bayılıyor, yanlış bu dersen, hatasında ısrar ediyor, laf çakınca günü iyi geçiyor, seviniyor, enerji emdikçe, negatifliğini aksettirdikçe.

Netflix, tonla leş işi bize kakalıyor, arada güzel bir dizi, iyi bir film çıkıyor, işte o kadar. Neyse Disney, Apple, HBO gibi rakipler geliyor, belki de böylelikle, kendilerine çeki düzen verme gayretine girişirler, fena da olmaz hani. Büyük yönetmen Martin Scorsese, dev aktörler Al Pacino, Robert De Niro ve Joe Pesci’yi ikna edip bir araya getirerek, dokuz senelik projesini, 160 milyon dolar gibi yüksek bir bedelle hayata geçirdi, biliyorsunuz. The Irıshman adlı bu tepeden tırnağa sinema, bu filmi beklediğimiz onca zamana değdi, şiir gibi bir işçilikle, ziyadesiyle hakkını verdi.

Aha! Bir bakıyorum, uyduruk dizileri, saçma sapan filmleri seyretmeye doyamayan birileri, başladılar söylenmeye, yok bunlar yaşlı ya, aksiyon niye az, süresi çok uzun (hele burası tam bir komedi, akşamdan geceye televizyon karşısında, birbirlerine bön bön bakan, kıytırık diyaloglarla, zekamıza ve zamanımıza söven dizileri izliyor bu tipler), beklentimin (ne bekliyordu acaba?) altında kaldı gibi, üzerine 40 sene sonra da konuşulacak bir seyirliğe çakmaya başladılar. Kendine kendine sinirlenme ustası Joe Pesci’yi seneler sonra durağan bir adama can verirken seyretmek, Al Pacino’nun karakterine dönüştüğünü yine ve yeniden görebilmek, Robert De Niro’nun onca yıla yayılan bir karakteri taşıma çabasını izlemek ve bunun keyfini sürmek varken, Can Yaman denilen, iki ayaklı libidonun, ahkâm kesmesini ve değişik hareketlerini gündem manyağı yapmaya çabalayanları anlamak, ne denli zor, bir bilseniz.

Değerler yerine, değersizliğe prim vermek, hasletler yerine, hasetlere şans tanımak, özenilmiş yerine gelişigüzel olana koşturmak, belki bir gün bitecek, mecalimiz kalırsa şayet, lakin şimdilik ahvalimiz budur. Siz yine de delirmemeye gayret edin. İyi pazarlar!

cukurda-defineci-avi-540867-1.