Sobe

Fotoğraf: Tolga Ünsün

MEVSİM YENİCE

"İnsan kaybettiklerini fotoğraf
albümlerinde saklıyor."


Böyle yazmışım geçmişte, çok gerilerde bir gün defterime. Ne saçmalık; gerçekten kaybetmeden kaybetmek hakkında ahkam kesmek! Şimdi düzeltiyorum: İnsan kaybettiklerini ormanda arıyor. Tam burada, bak. Yüzyıllık, bekledikçe devleşmiş kızılçamların arasında. Bu da senin suçun. Hatırladın mı o günü? Arabada. Bir şarkı çalıyordu ve sen sürekli şarkının sesini kısıp, “Bak şurada şöyle diyor, harika değil mi?” diye sayıklayıp duruyordun her zamanki gibi. Ben de, her nereden ya da kimden duyduysan, illa gidelim diye tutturduğun Olcabük Plajı’na giden yolu bulabilmek için bir haritaya, arabayla ilerledikçe tekerleklerden kalkan toz topraktan görebildiğim kadarıyla Karaburun’a, bir de devamlı bir şeyler mırıldanan minik ağzına ve ilgi beklediğinde daha da irileşen dipsiz siyah gözlerine bakıyordum. Araba ağır aksak toprak yolda ilerlerken müziğin sesini iyice kıstın, artık yalnızca lastik gıcırtısı duyuluyordu, gözlerini bana dikerek dedin ki; “Ölmüş biri sevgilisine söylüyor bu şarkıyı.” Sağlı sollu zakkum ve kocayemişlerle çevrilmiş çatallı toprak bir yolun ayrımındaydık ve lanet harita bu patikadan bozma kestirmeleri göstermiyordu. *“Diyor ki, asla benden uzağa düşmeyeceksin çünkü Tanrı benden ağaç yapacak.”

İşte ben de ormanın derinliklerini tüm kötülüklerden korumaya ant içmiş gibi dipdibe dizilerek set örmüş, kendimi iyice ufak, çaresiz hissettiren kızılçamların arasında seni arıyorum. Tanrı’nın seni alıp hangi ağacın gövdesine kattığını. Plaja giden yolu bulamayıp kaybolduğumuz için keşfedebildiğimiz başka ıssız koya –hani şu adını Sobe Koyu koyduğumuz- ve etrafını kuşatmış ormanlara o kadar çok gittim ki oradaki hiçbir ağaçta olmadığını artık biliyorum. Nasıl anlıyorsun dersen, bilirsin benim olaylarla başa çıkmak için değişik yöntemlerim vardır, senin hep saçma bulduğun. Bu konuda da kendi sezgilerime güvenerek, sen olan ağaca geldiğimde bir işaret, bir şeyler olacağıyla ilgili bir önsezim var.

Bir defasında çok yaklaştığımı sandım sana. Ağaçların dibindeki gariglerin arasında bir tarihi eserden kalıntılar buldum. Bir iki kaya parçası. Lahite benziyordu. Seninle de gezmiştik Efes’te Celsus’un, Arsinoe’nin lahit mezarlarını, ben zorladığım için gitmiştik çok sıkılmıştın, hatırladın mı? Sahi hatırladın mı deyip duruyorum ama insanın ölünce hafızasının da ölüp ölmediğini bilmediğimden. “Bu lahitlerin tekine beş kişi sığar, bu ne savrukluk” demiştin de gülmüştüm. Bulduğum kalıntıları ölçtüm biçtim, onun içine sen tek başına bile sığmazsın sevgilim. Bu yüzden yoluma devam ettim. Yol dediysem öyle dümdüz uzun ince bir yol değil benimki. Karmakarışık. Küçücük bir ipucunun peşine takılıyorum çoğu zaman. Kısa kısa ötüp susuşunu ıslığına benzettiğim için bir bataklık kırlangıcının coşkusuna kanıyorum bazen, bazen orta yerinden çatlamış bir kozalağın duruşu seni andırıyor. Bazen de içinde ne yapacağımı bilmediğim, beni yutacağından neredeyse emin olduğum koca bir sessizlik. Yürüyorum, arıyorum ama bulamıyorum. Sonra akşam oluyor, bu saklambaç oyunumuza başka bir gün devam edeceğimize söz verip yorgun, bitik eve dönüyorum. Evimize. Ne olurdu sanki o şarkıda “Benden asla uzağa düşmeyeceksin çünkü Tanrı beni evine katacak,” deseydi. Arada böyle söyleniyorum aranırken. Sana benzedim ben de iyice. Duyuyor musun?

Bugün Urla tarafını seçtim seni aramak için. Daha doğrusu bu kez bir kokuydu beni buraya getiren. Koku almadığın için durmadan bana kokuları anlattırmaya çalışman geldi aklıma. Aklımı da kaybedecek gibi oldum, tuttum. “Parfümüm ne gibi kokuyor, anlatsana” diye diye beni bıktırdığın, benimse bir türlü kelimelere dökemediğim o koku meğer orman kokusuymuş. Kurumuş dallarına rağmen canlı kalmayı başarabilen kekik gövdelerinin, ayaklarımın altında ezilen süpürge çalılarının toprağa değişinin, Kilizman’dan kalkan imbatla birlikte bir ruhun ormana karışmasının kokusuymuş. Dizginimden kurtulmuş gibi ormanın içinde boğazıma kadar tırmanan hıçkırığı yutmak için soluk soluğa koştum. Tökezlenip düşünce kendimi tutamadım, sana da ağaca da beni bırakıp gitmene de sövdüm. Kalkıp koşmaya devam ettim, ağlamakla sinir krizi geçirmenin kol kola gezdiği bir ruh halinde, bu uçsuz bucaksız ormanın içinde ne aradığımı unutarak bazen. Sonra aniden durdum. Bir ağaç dalı. Tek başına. İncecik, narin, senin gibi. Dimdik ağaçların arasına çapraz olarak düşmüş. Bir ucu toprağa değiyor, bir ucu hala öylece asılı kalmış havada. Önümü kesti, geçit vermedi. Ben de zorlamadım ötesine. Oturdum, seni arıyorum onun üstünde, içinde, kırılmasına rağmen ağaçla temasını sürdüren inadında, bir ucuyla toprağın üstündeki hırçın duruşunda, ya da işte her neresindeysen. “Sobe” diye bağırıyorum. Duyuyor musun?

*You’ll never be free of me, He’ll make a tree from me.
Tom Waits- Green Grass