Sokak her ne kadar tehlikenin, zorluğun, yıkımın yaşandığı yere dönüşse de, en azından içimizde oluşan gediklerin bir sebebi, yansıması olarak hep iyi hissettirmeye devam edecek. Nasıl “Hayat kısa, kuşlar  uçuyor”sa, hayat kötü, ama hayat sokakta

Sokak

> ALEV KARADUMAN karadumanalev@gmail.com

Lüzumsuz adam, bir güzel hikaye. Meselesi hayatı tam da yaşamayan bir adamın gece ve gündüz gezmeleri. Alıp verdiği, yiyip içtiği, görüp bakakaldığı. İşte o gezintilerinden birinde Lüzumsuz Adam diyor ki;
“Yedi senedir bu sokaktan gayri İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki döğeceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış -ne bileyim, bir şeyler işte- gibime geliyor da şaşırıyorum. Başka yerlerde bana bir gariplik basıyor. Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı adamlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?”

Öyle bir yaşıyor ki Lüzumsuz Adam, inanabilene aşk olsun. Çünkü Lüzumsuz Adam, herkesin senin gibi bir sokağı ve bir tane de ara sıra misafirliğe gitmekten çekinmediği ‘bir yukarısı’ var. Böyle böyle, birbirinden bu kadar ayrı, birbiriyle sevişmekten bu kadar uzak hissettiren şehirlerimiz var. O şehirlerimizde, o sokaklarımızda, gün be gün artan birbirimizi boğazlama ihtimallerimiz... Ama yine de bir sokağımız var, herkesin kendine çıkımlı, biricik sokakları.
Çocuklukta sokak nasıl bir aşktı hepimiz biliyoruz. Durmadan kendisine çeken bir afrodizyak gibi, çıktığımızda içeri girmek istemediğimiz, içerideyken de mahpus bir prenses gibi pencereden özlemle izlediğimiz. Korunaklı küçük dünyamızın tam tersiydi sokak; diğerleri ve bizim gibi olmayan hepsiyle ilk karşılaştığımız. İti kopuğu, arabası kamyonu, yaşlısı çocuğu. Yaşlılarla çocukların yüzlerce ortak noktalarından belki de en belirginlerinden; sokak. Birinde yaşama hevesiyle, diğerinde yaşamın yorgunluğuyla sokağa, ve sokaktakilere bakmak. Evlerinin önüne plastik sandalye koyup geleni geçeni izleyen amcalar teyzeler, aynı zeminde izlemenin tam aksini icra eden küçükler; sokaktan hiç vazgeçemeyecekler…

Diyelim ki bir distopyanın içindeyiz. İlgili merciiler salık vermiş, bundan böyle su içilmeye! Tehlikeli çünkü, hem yanlış hem riskli; diyelim ki dünyadaki bütün sular zehirli! Pekala hayatta kalınır başka sıvılarla da. Ama su… “Hava gibi, su gibi ihtiyaç” deyiminden hareketle, birileri illa ki bir yolunu bulup içecek o suyu! Gizli su içme cemiyetleri mi dersiniz, kaçak yollarla su ticareti mi… Çünkü su… Cazibesi imkansızlığında değil yanlış anlaşılmaya, sadece onsuz bir hayatı hiç bilmediğimizden, öylesi hayat mümkün olsa da asla tat vermeyeceğinden.


Sait Faik’in adamı ürküyor oysaki sokağa, başka sokaklara meyletmekten. Ama biliyor da, insanlar sevişemeyecek olsalar bile, böyle birbirinin içine giren şehirler kurar, her köşe başında içlerindeki tedirginliğe rağmen dönüp bir diğerine sapar. Bir merdivenin en üst basamağına oturup bir süre etrafına bakmak bazen en büyük sıkıntılara nefes olur; o basamaktan kalkıp yoluna devam etmek, insanın kendine rağmen ama kendini yeniden taşıyabildiği biricik fırsatı olur.

Kaygı bozukluğu olan bir arkadaş anlatmıştı: “Son zamanlarda sürekli korku hikayeleri okuyorum, okumaktan yorulduğumda da korku filmleri izliyorum. Çünkü okuduğum ve izlediğim, neden kaygılandığıma dair bir neden veriyor bana. Böylece kendimi daha az hasta hissediyorum.” diye. Sokak her ne kadar tehlikenin, zorluğun, yıkımın yaşandığı yere dönüşse de, en azından içimizde oluşan gediklerin bir sebebi, yansıması olarak hep iyi hissettirmeye devam edecek. Nasıl “Hayat kısa, kuşlar uçuyor”sa, hayat kötü, ama hayat sokakta.

En bilinen gazeteci refleksidir; bir savaş ve yıkım bittikten sonra oranın sokakları görüntülenir. “Yaralar sarılıyor, hayat yavaş yavaş da olsa normale dönüyor” çığırtkanlıkları yapılır. Hayat normale falan dönmüyor, hayat savaşta da barışta da olduğu gibi; sadece devam ediyor. Yaralar ve sarılmaları bahsine gelirsek de, o iş öyle kolay olmuyor!
Ama sokak her zaman yaptığını yapıp dengeliyor, eşitliyor, yaşatıyor. Siya Siyabend’i bilenler bilir; tüm hayranlarına ve popülerliklerine rağmen sadece sokakta müzik yapmayı seçmiş, müziklerine sokakta canlı canlı denk geldiğinizde, elinizi uzatsanız kalpleri ellerinizde kalacak zannettiğiniz bir grup müzisyen. Fatih Akın’ın Crossing The Bridge belgeselinde grubun üyeleri Bizon Murat, Hemo ve Dede sırasıyla anlatıyor: “.....Bunu tercih ettiğimizi anlayamıyorlar. Sokaklarda, birebir kendimizi insanlara ifade etmeyi tercih ettiğimizi anlayamıyorlar. Oysaki biz, müziğin bir şeyleri değiştirebileceğine inanıyoruz. Müzik bu dünyayı değiştirmek için elimizdeki oyuncaklardan sadece biri….. Sokak hemzemin oluşundan dolayı insanı birleştirir. Hangi sınıfsal temelden olursan ol bütün insanları aynı hizaya getirebilir. Tinercisi de gelip yanımıza oturuyor, lap top çantasıyla yanımızdan geçeni de, ikisini de yüreğinden yakalayabiliyoruz. Hatta bazen biz aradan çekilince onlar birbirlerine bakakalabiliyorlar. Onların bir hesapları var, biz türkümüzü bitirince hesaplarını görüyorlar birbiriyle….. Bir yandan da sokak çok büyük bir yozlaşma. Sokağın belleğinden, taşın belleğinden bahsedemeyiz. Ama taş taştır. Onu bilirsin. Taşa kafanı koyduğun zaman anlarsın taşın ne demek olduğunu.”

Bir gün Sait Faik’le anlaşmazlığa düşeceğim hiç aklıma gelmezdi ama hayat işte; taşın taş olduğunu anlamak için başını bir koyman lazım önce. Lüzumsuz Adam’ın tüm ürkekliğini bir yana bırakıp, her şeye rağmen sokağı görmek, sokakta olmak, başını taşa koyup, önünden geçen diğerini tanımaya çalışmak gerek bize. “Hava gibi, su gibi” gerekli bize. Yaralarımızı sarma ümidinden çok yaralarımıza sebep bulmak için, bir nebze olsun iyi hissetmek için, sokaktan vazgeçmemek gerek bize.