Saray Rejimi belirsizlik ve istikrarsızlığa mahkûm görünmektedir ve dolayısıyla devrimciler de bu istikrarsızlığa müdahalenin yollarını aramakta inatçı olmak, ani gelişmelere müdahale edebilecek hareket kabiliyetine erişmek zorundadır. Bu aynı zamanda yenilgi psikolojisiyle değil, teslim olmamakla karakterize olan bir mücadele ruhunu gerektirmektedir

Solun stratejisi olmalı

Deniz Ali Gür - KHK ile ihraç edilen akademisyen

Gözlerinizi kapatın ve çok değil, beş yıl önce bugünlerde olanları ve olanlar karşısındaki hislerinizi gözünüzün önüne getirin. Kırılmanın boyutu dehşet verici.

Haziran Direnişi’nin Türkiye tarihinde nasıl bir sayfayı açtığına dair çokça şey söylendi. Kısa bir özet sunmak gerekirse karşı devrimci bir iktidar karşısında ilerici halk kesimlerinin yıllardır biriken öfkesinin görkemli bir patlamayla taşmasının ardından öfkeli ama sessiz kalabalıkların mücadelenin öznelerine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Üstelik bu görkemli patlama da bir günde gelmemiş, Tekel Direnişi, sınav yolsuzluğuna karşı liseli eylemleri, Hatay halkının Suriye’ye düşmanlık politikasına karşı ayağa kalkışı, “ODTÜ Ayakta” eylemleri ve yine aynı dönemde vuku bulan bir dizi irili ufaklı mücadele sürecinin sonucunda gelmişti.

Artık Cumhuriyet yok
Günümüzde sokak eylemlerinin geri çekildiği açık. İktidar cephesinin Erdoğan liderliği altında kenetlenip Cumhuriyet’e son darbeyi vurarak neoliberal, dinci ve baskıcı bir yönetim biçimi olarak 2014-15 dönemecinden bu yana fiili gerçek olan Saray Rejimi’ni 24 Haziran seçimleriyle birlikte resmileştirdiğini göz önünde bulundurursak bir yenilgi tespiti yapmak da mümkün. Ancak bu her şeyin bittiği, Haziran Direnişi’yle açılan parantezin kapandığı bir yenilgiden ziyade bir pat durumu.

Polyannacılık oynamıyoruz, zira bu yaklaşımın somut dayanakları var. Her ne kadar tankların gölgesinde olduysa da 12 Eylül rejimi “kardeş kavgasına son verme” ve rejim bunalımını sonlandırma paradigması üzerinden bir kapsayıcılık geliştirebilmiş, 12 Eylül karanlığını reddeden dönemin devrimci hareket ve aydınlarını tecrit edebilmişti. Oysa Saray Rejimi hâlâ halkın yarısını kapsayamamaktadır ve kapsanamayan kalabalıkların öfkesi de arayışı da dinmiş değildir.

Halk Saray karşısında şimdilik yenilmiş ancak teslim olmamıştır. Bir yıl önceki Hayır dalgasını, sosyal medyadaki #TAMAM çığlığını, sandıklara sahip çıkmak için gösterilen kitlesel kararlılığı hatırlatmak yeterli olsa gerek.

Peki, neden kıramıyoruz şeytanın bacağını? Erdoğan neden her seferinde kazanıyor? Türkiye’de sağcılığın hafife alınmaması gereken bir faktör olduğu, Cumhur İttifakı’nda somutlanan Osmanlıcı cephenin cazip seçim vaatleriyle, birkaç kitlesel mitingle, kürsü ve canlı yayın performansıyla eriyip gitmeyeceği gerçeğini şimdilik bir kenara koyup kendi sorumluluğumuzu tartışalım.

Solun sorumluluğu
Kendi sorumluluğumuza ilişkin tartışma, Türkiye’de halkın mücadele kararlılığıyla solun mücadeleye öncülük yeteneği arasında ciddi bir asimetri olduğu tespitiyle başlamak zorunda. Sol ne yazık ki Gezi Parkı’nda başlayan arayışa bir bütün olarak sırt çevirdi. Solda farklı öbekler bunu farklı biçimlerde yaptı. Kimileri Haziran Direnişi’ni zaman zaman görülen kitlesel eylemliliklerden herhangi biri sayarak Haziran’dan önceki yaşam ritmini olduğu gibi sürdürmeye odaklandı ve halkın Saray Rejimi’nden kurtulma çabasını küçümseyerek apolitizme düştü. Kimileriyse Haziran Direnişi’nin sunduğu olanakları öz gücüyle değerlendiremeyeceğini düşünerek Haziran kitlesinde esen tüm rüzgarlara balıklama atlamayı, bu kitleyle bir biçimde ilişkilenen başka güçlerin kanatları altına sığınmayı tercih etti. Birbirlerine zıt görünen bu iki eğilim, aslında sosyalist hareketin Gezi Parkı’nda başlayan arayışa kendi kimliği ve stratejisiyle öncülük edemeyeceği kabulünde ortaklaşıyordu.

Halkın mücadele kararlılığıyla solun öncülük yeteneği arasındaki asimetriyi ortadan kaldırma iddiasındaysak yanlış bulduğumuz eğilimleri bir kenara bırakıp gelinen noktanın sosyalist harekete dayattığı görevlere ilişkin sesli düşünelim.

Strateji ihtiyacı
Sosyalist hareketin başlıca görevi, başı sonu belli bir devrim stratejisinin geliştirilmesidir. Hemen bugün ne yapacağımızın ya da Marksizmin genel geçer doğrularının değil, 2018 Türkiye’sini sosyalizme taşımanın stratejisinden söz ediyoruz. Stratejinin ilk adımı nesnelliğin tanımlanmasıdır ve nesnellik Cumhuriyet’in yıkıldığı gerçeğidir. 1923’te kurulan Cumhuriyet yıkılmış, bunun yerini neoliberal, dinci ve baskıcı bir tek adam rejimi olan Saray Rejimi almıştır. Saray Rejimi tüm erklerin yürütmeye, yürütme erkinin ise olduğu gibi Saray’a bağlanmasıyla eş anlamlıdır. Ancak Saray Rejimi’nin yıkılan Cumhuriyet’in kalıntılarının nasıl kazınacağı ve kapsayıcı bir siyasal-ideolojik-kültürel üstyapının nasıl şekillendirileceği konularında yol haritası tam olarak netleşmemiştir ve öyle görünüyor ki işler bir süre daha el yordamıyla gidecektir. Üstelik halkın aşağı yukarı yarısı yeni rejimi (dar anlamda iktidarı değil, rejimi) kabullenmemekte, yıkılan Cumhuriyet’in kodlarına bağlılığını sürdürmektedir.

Saray Rejimi’ne ilişkin tespitler, birkaç çıkarımı içinde barındırmaktadır. Öncelikle Saray Rejimi belirsizlik ve istikrarsızlığa mahkûm görünmektedir ve dolayısıyla devrimciler de bu istikrarsızlığa müdahalenin yollarını aramakta inatçı olmak, ani gelişmelere müdahale edebilecek hareket kabiliyetine erişmek zorundadır. Bu aynı zamanda yenilgi psikolojisiyle değil, teslim olmamakla karakterize olan bir mücadele ruhunu gerektirmektedir.

İkincisi, ülke nüfusu Cumhuriyet ve Saray ön adlarıyla anılan eski ve yeni rejime ait iki ayrı toplumsallık olarak ikiye bölünmüştür. Burada şu ya da bu partinin taraftarı olmanın ötesinde iki farklı rejim tercihi ve bu farklı rejim tercihlerinin değerleriyle yaşama eğilimleri söz konusudur. Dolayısıyla sosyalist hareket Cumhuriyetçilik-Osmanlıcılık yarılmasını geçici ya da sosyalizmin üzerini örten suni bir başlıktan ziyade Türkiye’nin tarihsel fay hattı olarak kavramak durumundadır. Dolayısıyla sosyalizmin bu iki eksenin dışında bir üçüncü yol olarak öne çıkması gibi gerçek dışı beklentilerden uzak durulmalı, tam da bu tarihsel fay hattına yerleşilmeli ve elbette Cumhuriyetçilik ekseninin doğal bir parçası haline gelinmelidir. Sosyalist hareket, AKP’li yıllara tanıklığın olumlu yan etkisi sayılması gereken Cumhuriyetçi yenilenmeyi içselleştirmeli, Cumhuriyetçiliği kalıcı bir haslet haline getirmelidir.

Üçüncüsü, ilk birikim kapitalizmin doğuşuyla sınırlı kalmamış, neoliberal dönemde daha da ağırlık kazanmıştır.

Mülksüzleşme neoliberalizmin asli unsurlarından olup geçmişte orta sınıfın üyeleri sayılan beyaz yakalıların işçileşmesi, işçi ücretlerinde ve sosyal haklarda gerileme, kamusal varlıkların kapitalistlere devri gibi araçlarla gerçekleşmektedir.

Saray Rejimi, neoliberalizmin genel bir özelliği olarak mülksüzleştirmenin yanında Saray’a ve partiye yakın sermaye gruplarının lehine servet transferi, kamusal varlıkların özel sektöre devri ya da piyasa mantığına teslim edilmesi gibi ek araçlarla açıkça yağmaya dayalı bir ekonomik sistem öngörmektedir. Dolayısıyla sosyalistlerin devrim stratejisi mülksüzleştirme ve ilk birikim süreçlerinin durdurulmasına yönelik bir mücadele programını da içermek durumundadır.

Şimdilik bu kadar yeter. Türkiye sosyalist hareketi şayet kendi küçük dünyasında mutluluk aramayı bırakıp ayağını bastığı ülkenin kaderini eline alma iddiasını gösterecekse başı sonu belli bir devrim stratejisi ve bu devrim stratejisiyle uyumlu bir güncel mücadele programı oluşturma göreviyle karşı karşıyadır. Yukarıdaki sesli düşünceler, bu görev doğrultusunda atılmış bir adım sayılmalıdır.