Sonu olmayan son hikâyeler

İLKER ASLAN

Özellikle 2018'de hem Man Booker hem de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasıyla tıpkı dünyada olduğu gibi Türkiye’de de okur kitlesi genişleyen Olga Tokarczuk, Timaş Yayınları etiketiyle Türkçeye yeni çevrilen romanı ‘Son Hikâyeler’ ile yine okuru özgün dili ve üslubu odağında zengin bir kurguya davet ediyor.


Birbirini bütünleyen, iç içe geçmiş üç hikâyeden oluşuyor ‘Son Hikâyeler’. Metnin başından itibaren güçlü betimlemeler, duru bir anlatım ile okuru kolaylıkla romanın içine çeken yazar, zamansal geçişlerle de okuru metnin bir parçası haline getiriyor. Bu yönüyle Tokarczuk, okurun dikkatini her zaman diri tutuyor. Daha doğru bir ifadeyle, okur bu takibi çetrefilli hikâyelerle ilişki kurmak istiyorsa, mutlaka dikkatini metne vermeli de diyebiliriz. Akıcı diliyle okuru rahatça metne çeken yazar, her şeye rağmen kolay okunabilir, takibi rahat bir roman sunmuyor okura. Bu anlamda kolay okunabilirse de dikkat isteyen bir roman ‘Son Hikâyeler’.

Büyükanne, anne ve kız çocuğu... Üç farklı hikâye, üç farklı gözden anlatılıyor ‘Son Hikâyeler’de. Birbirinden bağımsız gibi görünen bu üç hikâyenin nihayetinde bir bütünün parçaları olduğunun anlaşılması çok zor olmuyor. Üç ana başlıkta anlatılanlar, aynı zamanda üç kuşağın hayata bakışını da gösteriyor. Böylelikle aynı roman içerisinde üç farklı sesi, üç farklı anlatımı ve gözü takip etmiş oluyoruz. Bu da romanın önemli zenginliklerinden biri.
Ölüm, bütün hikâyelerin ortak teması diyebiliriz. Ölümü deneyimleme biçimi, farklı bakış açılarıyla okura sunulurken bu durum aynı zamanda okurun ölüm üzerine, belki kendi ölümü üzerine de düşünmesine imkân tanıyor. Buna rağmen Tokarczuk anlatılanları çoğu zaman okurun gözüne sokmuyor. Sanki metnin üstü sisle örtülmüş gibi flu bir anlatımla okura yorum payı bırakıyor. Böylece okur, metnin aktif bir parçası oluyor. Bu anlamda ‘Son Hikâyeler’in kolayı seven okurlar için olmadığını söylemek gerek.

Romandaki en temel izlek olan ölüm her ne kadar duygu ve düşünce bakımından olumsuz bir tema olsa da Tokarczuk ölümü yorumlama biçimiyle okura karanlık tablolar çizmek yerine alternatif düşünme biçimleri sunuyor: Romana hâkim olan zarif mizah, en derin ve sarsıcı noktalarda bile okurun yüzünde tebessüm oluşturacak cinsten. Yazar bu yönüyle de ölümün karanlık ve ağır yükünü bertaraf ediyor.

“Hepimiz öleceğiz, buna hazırlanmalıyız, ölümü destekleyen dernekler kurulmalı, hiç olmazsa son kez olsun hata yapmamak için bilgiler veren okulları finanse etmemiz gerek. Beden eğitimi derslerinde nasıl ölünür, karanlığa rahatça nasıl kayılır, bilinç nasıl kaybedilir, tabutta nasıl düzgün görünülür gibi alıştırmaların yapılması gerekir” (s. 53).

Dünyaya gelmiş herkesin mutlak olarak tadacağı ölüm duygusu, Tokarczuk’un satırlarında kara komik bir hal alıyor. Ölüme hazırlanmanın reçetesini sunan Tokarczuk, aslında ölüm ile hayat arasındaki diyalektik bağı da gösteriyor okura ve böylece aslında öleceğinin farkında olarak yaşayan insan için, ölüme dair yeni bir yorumlama biçimi sunuyor. Ölümü anlamak, hayatı anlamaktan geçiyor biraz da.

Gündelik hayatın bazen ayan beyan görünen, bazen pek de fark edilmeyen kıyılarına dokunan Tokarczuk, üç kadın karakter etrafında şekillendirdiği ‘Son Hikâyeler’de yeri gelince hayvanları, yeri gelince bitkileri dahil ediyor kurguya ve böylece evrenin devasa büyüklüğünde, insanın varoluşunun anlamını da sorgulamasına yardımcı oluyor. Tokarczuk biraz da bu yüzden bireyin iç dünyasındaki derinlikleri gösterirken bir yandan da dâhil olduğu bütünün genel bir resmini gösteriyor. ‘Son Hikâyeler’, ölümün olduğu kadar yaşamın da anlamını sorgulatıyor okura ve böylece durduğumuz yerden görünen dünyanın ötesini kavramanın önünü açıyor. ‘Son Hikâyeler’, bilinen bir yolda yürümekten çok kaybolmaktan korkmayan okurlar için…