Artık klişeleşmiş anonim bir ruh sağlığı uzmanı sözü var: Bize hastalar değil, onların hasta ettikleri geliyor diye. Bu sözü halkımız ne kadar seviyorsa ben de o kadar rahatsız edici buluyorum. İlişki tek yönlü bir durum değil, bir akış… İki kişi arasında tahakkümlerin, kabullerin, verilenlerin, yitirilenlerin iki yüzü var.

Sosyal bağlar: Yara mı, deva mı?

NESLİ ZAĞLI

Önümüzdeki hafta içinde, yüzbinleri bulan geniş bir örneklem üzerinde yapılan bir çalışmanın haberi dikkatimi çekti. İngiltere’de yapılan bu araştırmada çağımızın vebası depresyon için koruyucu olan faktörler arasında en belirleyici olanın sosyal bağlar olduğu görülmüş. Bu konuda yapılan binlerce çalışma düşünüldüğünde sosyal ilişkilerin ruh sağlığındaki rolünü tekrar keşfetmek çok sürpriz değil. İlginç olan fiziksel sağlık, gelir, eğitim vb. onlarca faktör arasından sosyal bağların her seferinde sıyrılarak ön plana çıkması. Sosyal ilişkiler bizi gerçekten ruhsal hastalıklara karşı bu kadar koruyor mu? Bazı çalışmalarda korumanın da ötesinde, ruh sağlığı sorunları yaşayan kişilerde iyileştirici olduğu da söylenmekte. Peki, bunu bir adım öteye taşırsak antidepresanlarla birlikte eş, dost, akraba ziyaretleri de mi reçete edilmeli? Pratikte bunun böyle olmadığını, ruhsal sorunlar yaşayan kişilerin sosyal ilişkiler açısından da çok zorluklar çektiğini biliyoruz. Üstelik ilişkiler ve psikolojik durum arasındaki ilişkinin nedenselliği de çok açık değil. İçinde yer aldığımız ilişkilerde yaşanan sorunlar mı ruh sağlığını bozuyor, yoksa ruh sağlığı bozulan kişilerin ilişkileri mi yara alıyor? Bilimsel bir veri olmadan sağduyu ile yanıtlarsak bunun çift yönlü bir ilişki olduğu açık. Sonuç olarak baktığımızda ilişkiler ve ruh sağlığı hep iç içe, iyi yönde veya kötü yönde…

Sosyal bağlar dediğimizde batı toplumlarıyla aynı kavramsallaştırmayı yapamamamız olası. İçinde yaşadığımız kültür bireyselden çok çoğulcu bir kültür. Çoğulcu kültürler bireyin istek ve ihtiyaçları doğrultusunda şekil almaz, korunan ve kollanan hep grup aidiyetidir. Bunu iyi bilirsiniz; özellikle geniş aileyle iç içe yaşayan biriyseniz sizin bireysel farklılıklarınız çok fazla anlaşılmaz ve tanınmaz. Birey değil, aile bireyi olmak, ruhsal anlamda bir kapsanma hali sağlamasına karşın biricikliğin feda edildiği bir düzlemdir. Bu geleneksel çerçeve uzun yıllardır bozulmadan devam etse de, özellikle büyük şehirlerde yaşayan orta ve üst sosyoekonomik düzeydeki bireylerde çoğulcu kültürün yavaş yavaş çözülmeye başladığını gözlemliyoruz. Modern şehir hayatı içinde karşılaştığımız kişiler geniş aile bağları içinde değil, kendi çekirdek birimlerinde yaşamaya meyilliler. Evler, ağlar ve bağlar daralıyor. Bir yönüyle bu daralma izolasyon ve yalnızlıkla sonuçlanabiliyor. Duymuşsunuzdur haberlerde, üst düzey devlet yöneticilerimiz bu yalnızlık halini “sıkıntılı” buluyor. Onların bahsettikleri sıkıntı kime sıkıntı, neye sıkıntı aşağı yukarı biliyoruz ama yalnızlaşan, bireyselleşen, ayrışan hayatların tadı tuzu ne kadar yerinde ondan tam emin değiliz. Klinik deneyimlerime dayanarak bunun çok göreceli bir durum olduğunu söyleyebilirim. Kimi insanın bu yalnız yaşama durumunu inanılmaz sistemli, canlı ve üretken bir hale dönüştürebildiğine tanık oluyorum. Bu insanlar işlerine gidiyor, yalnız yaşadıkları evlerine geliyor, aile ve dostlarla işlevsel bir temas kuruyor ve bütünlüklerini kaybetmeden toplumsal hayatın içinde var oluyorlar. Bunlara bakınca tercihi yalnızlık, yalnızlık değildir diye düşünüyorum. Diğer yanda, yalnızlığı kelimenin en yalın haliyle büyük bir izolasyon ve boşluk duygusu içinde yaşayanlar var. Temasları yok, sırdaşları yok, aynalanmaya ve yeniden yapılanmaya olanak veren bir sosyal yansımaları yok. Bu nedenden dolayı ki bu yalnızların bütünlüklü bir kendilikleri yok.

Tüm bunlar düşünüldüğünde yanıtlanabilecekten çok soru geliyor akla. Sosyal izolasyon ve yalnızlık hangi dereceden sonra yıkıcı olmaya başlıyor? İlişkilerin getirdiği rol, sorumluluk ve zorluklar mı daha geniş, yoksa sağladığı konforlu, güvenli zemin mi? Sadece temas etmek adına kurulan yüzeysel bağlar ruh sağlığı açısından koruyucu işlev görür mü? İdeal sosyal bağların tanımı yapılabilir mi? Kimler sağlıklı bağlar oluşturmak konusunda daha ehil? Bu sorulara verilecek yanıtlar farklı da olsa bir ortak özellik var: Çok faktörlü ve göreceli oluşu. Sosyal bağlar; yara mı, deva mı diye sorduğumuzda, bunun çok düz bir yanıtı olmadığını farkederiz. İlişkilerden beslenip beslenmeyeceğimiz içinde yaşadığımız sosyopolitik koşullara, ekonomik şartlara, çağa özgü dinamiklere ve bireysel özelliklere göre değişim gösterecektir. Son yıllarda “toksik” olarak adlandırılan geriletici, hırpalayıcı ilişkilerin yararından çok zararı olacağı kesindir. Bu bir aile bağı da olabilir, bir dost ilişkisi de. Anlaşılamadığınız, aynalanmadığınız, talepkâr, manipulatif ilişkiler bu kategoridedir. İlişkide adı üstünde karşılıklılık, paylaşım ve kapsayıcılık esastır. Oysa bizi yaralayan ilişkilerin hemen hepsi karşılıklılıktan uzaktır. İşin ilginç yanı insanları bağlar kurmaktan alıkoyup izolasyona iten de çoğu zaman olumsuz ilişki deneyimleri oluyor. İnsan savaşlarda değil, en çok ilişkilerde örseleniyor.

Artık klişeleşmiş anonim bir ruh sağlığı uzmanı sözü var: Bize hastalar değil, onların hasta ettikleri geliyor diye. Bu sözü halkımız ne kadar seviyorsa ben de o kadar rahatsız edici buluyorum. İlişki tek yönlü bir durum değil bir akış… İki kişi arasında tahakkümlerin, kabullerin, verilenlerin, yitirilenlerin iki yüzü var. Eğer uzmana giden ilişki içindekiler değil de, yardım arayan tek bir kişiyse bu profesyonel destek ile bu ilişkiyi daha sağlıklı sınırlarla yaşama veya umutsuz vaka ise sonlandırma konusunda kendini geliştirebilir. Burada vurgulamak istediğim aslında ilişkilerin bizim için yararlı mı, zararlı mı olacağına dair bizim yapabileceklerimiz olduğu. Ama bu arada içinde psikolojik, ekonomik, fiziksel ve cinsel şiddetin olduğu ilişkilerin tamamen ayrı bir yaklaşım gerektirdiğini hatırlatmakta yarar var. Söz konusu şiddetse ortada tek bir ilişki vardır; istismar ilişkisi. İçinde şiddet olmasa da insanlar son dönemde bir nevi istismar içeren ilişkiler konusunda daha bilinçli olmaya başladı. Yüzlerce insan sosyal medya aracılığıyla çepeçevre kuşatıldıkları ilişkilerdeki bireysel deneyimlerini paylaşıyor. Şüphesiz ki bu önemli ve yararlı bir gelişme ama bir yandan da bu deneyimlere seyirci kılınan kişiler için yalnızlaştırıcı olabilecek bir etkisi var. Bir ilişkinin bir insanı nasıl yaralayabildiğini gördüğümüzde insanlardan ve temastan daha çok korkar ve şüphelenir oluyoruz. Beynin içindeki sinir ağları gibi biz de sosyal ağlar içinde yaşıyor ve bazı zamanlarda talihsiz bir balık gibi kıvranıyoruz. Yakın olmanın bir bedeli var, uzak olmanın da. Ama dolu dolu bir literatürden anladığımız kadarıyla sosyal bağların ruhsallık açısından olumlu yanları ağır basıyor.

Sosyal bağlardan ve temastan bahsederken bir yanda izolasyonumuzu çok büyük ölçüde artıran pandemi sürecinden bahsetmemek olanaksız. Uzun ayları karantina koşullarında ve tedirgin geçirirken sosyal mesafe gereği eş, dost,akrabadan da uzak kaldık. Bu izolasyon bizi ruhsal hastalıklara yatkın hale getirdi mi? Evet maalesef tüm dünyada araştırma sonuçları bu yönde. İzolasyonun bağışıklığı, fiziksel sağlığı, zihinsel işlevleri, uykuyu ve depresif bozukluklar başta olmak üzere psikiyatrik rahatsızlıkları etkilediğine dair yoğun bulgular var. Bu yazdıklarıma izolasyondan, köksüzlük ve bağsızlıktan çok mutlu olduğunu ifade edenlerden itirazlar olacaktır. Aslında bu değerli yalnızlıkla hiçbir derdimiz yok. Çünkü belki de modern çağda salgınlar, uzaklıklar, teknolojik devrimler nedeniyle insan ruhsallığı bu yalnızlık ekseninde evrimleşecek ve belki de yapay zeka sosyal bağları telafi edecek. Kişisel olarak bu fütüristik düşlemlere çok açık ve hazır değilim. Hâlâ insan ilişkilerinde en geleneksel yöntemlerden olan sevdiğini kucaklamayı tercih ediyorum. Pandemi en insancıl yönlerimizi budayıp dönüştürse de temas ihtiyacımız hâlâ baki. İşte bu yüzden insan insanın hem yarası, hem de merhemidir.