Sosyal Haklar 101
Fotoğraf: @gunlukarsiv

Can Atalay*

“Sosyal Haklar 101 yazmak gerek”i ilk duyduğumda epeyce gülümsedim. 1990’ların ikinci yarısının yüz akı öğrenci hareketinin -bence- ana mecrası İstanbul Üniversite Öğrencileri Koordinasyonu idi. Bir yaz tatilinde harçlara yüzde 350 zam yapılması ile memleketin dört bir yanında ve tabii İstanbul’da üniversite öğrencileri -uzunca bir aradan sonra- kıpır kıpırdı. Neoliberal, piyasacı, özelleştirmeci hegemonya memleketi tarumar etmekle kalmıyor tüm “fikri” direnç noktalarını da teslim almak istiyordu. Bu “anafor” karşısında direnmek kararlılığındaki öğrenciler İstanbul’un çeşitli üniversitelerinden, kampüslerinden çıkıp okullarında yapıp ettiklerini “koordine” etmek için, haftada en az bir kere, Taşkışla’da, İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin 101 (ya da 102) numaralı amfisinde buluşuyor, forum yapıyordu. Ben işte tam da bu nedenle, örneğin Boğaziçililerin “antifaşist mücadele 101” ya da “kapitalizm 101” gibi, hakkında konuşulan arkadaşlara/çevrelere istihza ile de yaklaşılan bu kavramları bir süre bizim amfiden mülhem sandım. Bu “101” ifadesini hukuk fakültelerinde olmayan, ilgili dersin yanına eklendiğinde “başlangıç”, “giriş” gibi bir anlam katan bir ifade olduğunu anlamam için bir süre geçmesi gerekmişti. Kısa bir süre!…


Beni şekillendiren en önemli şeylerden birisinin “90’lar” (özellikle de ikinci yarısı) öğrenci hareketi olduğunu düşünürüm. Sadece kişisel bir bahis de değildir bu; kampüslerde, yurtlarda hem faşist hem de siyasal İslamcı zorbaların tahakküm kurma çabalarına canı ile kanı ile direnen bir kuşaktan söz etmek gerekir. Yukarıda da söyledim; “90’lar Türkiye’si” denilince en genç arkadaşımın bile gözünde canlanan koşullarda hem okullarına sahip çıkarak hem de piyasacı/özelleştirmeci hegemonyaya karşı “parasız eğitim, parasız sağlık” ile çok zor koşullarda mücadele ederek “Sosyal Haklar 101” sınavının pek de fena olmayan bir notla geçildiğini görüyorum.

Malum sosyal bilimlerdeki her tasnif gibi haklar ile ilgili olan da hem tarihsel gelişimi korumak hem de meseleyi/başlığı derinine ele alabilmek için yapılıyor; 1. kuşak haklar (siyasal haklar), 2. kuşak haklar (sosyal haklar) ve nihayetinde 3. kuşak haklar (dayanışma kuşağı)…

Siyasal hakları “tüm insanlar eşit doğar ve kanun önünde eşittir” diye özetleyelim. 1789’da “İnkılab-ı Kebir”de aristokrasiye karşı baldırı çıplakların (orta ve küçük burjuvazinin) tüm toplum adına konuşmasını sağladığını kısaca not edelim.

Sosyal hakları ise “şekli eşitlik yetmez, gerçekten eşit olunabilmesi için koşulların da eşit olması gerekir” cümlesi ile (ve bir vurgu tercihi) özetleyelim. “Aman ne kadar da eşitiz” sis perdesini dağıtan, eğitim, sağlık, çalışma, sendika ve örgütlenme hakları olmaksızın eşitlikten ve özgürlükten söz edilemeyeceği, işçi sınıfının mücadelesiyle olmuştur.

Dayanışma hakları ise ikinci savaşın bitimi sonrasında ve yaşanan korkunç yıkımı takiben hukuk metinlerinde tanımlanıyor: En başta çevre hakkı ve kültürel mirasın korunması örneklerini işaret etmekle yetinelim.

Madem 2022 Türkiye’sinde “Sosyal Haklar 101” konuşuyoruz ve söze 1990’ların ikinci yarısından başladık, oradan ilerleyelim; siyasal hak ve özgürlükler (1. kuşak) için mücadele önceliklidir diyenler mi yoksa demokrasi mücadelesi ile sınıf mücadelesinin bağını kopartıp önemsizleştirerek, biz sınıfın gündemi ile meşgul olalım yaklaşımı mı doğrudur?

Anımsayalım, uzun yıllar boyunca 12 Eylül bakiyesini aşmak, askeri vesayeti sonlandırmak, başta Kürt sorununun demokratik çözümü olmak üzere tüm bahisleri -açık konuşalım- “yukarıdan siyaset” olarak anlayan ve eyleyen bir eğilim son derece güçlüydü. Yukarıdan siyaset de önemlidir, ancak bu eğilimin siyasal hak ve özgürlüklerin kazanılması, korunması mücadelesinin geniş yığınların hakları, adlı adınca da sosyal hakları için mücadelenin, sınıf mücadelesinin aşağıdan yukarı taşan enerjisine ihtiyacı önemsiz görmesi yanlıştı.

O gün de biliyorduk ama onca deneyimden sonra daha fazla biliyoruz ki neo-liberal/özelleştirmeci/piyasacı hegemonyaya karşı mücadele olmaksızın kelimenin dar anlamı ile dahi bir demokratikleşme ihtimali yoktur: Üretim değil tüketim esas alınıyor; başta kamu malı olmak üzere siyasal/yasadışı yolla mala çökme en önemli finansman araçlarından, finansallaşma denen zehir toplumsal yaşamı her düzeyde zehirliyor, eğitim, sağlık başta olmak üzere her şey “hak” olmaktan adım adım çıkartılıyor ve memleket “demokratikleşecek” öyle mi? Bozuk saat bile günde iki kere doğruyu gösterir derler; şimdilerde unuttular ama birileri durumu çok güzel özetliyordu: “Sıcak para diktası!” Sıcak para sarmalı içinde devinen, hakları tasfiye edip insanları en iyi ihtimal müşteriliğe kötü ihtimal inayet dilenmeye ikna eden “şey” demokrasiden o ya da bu şekilde uzaklaşır. Bu “yukarıdancı” daha doğrusu yalnızca siyaseti önceleyen, sosyal haklara neredeyse dönüp bakmayan yukarıdan siyasetin gelip gelip nasıl bir karikatüre imza attığını maalesef anımsıyoruz, 2010 referandumu sonrası müjdeyi vermek onlara kısmet oldu: “Demokratik devrim tamamlandı!”

Peki ya madalyonun diğer yüzü, demokrasi bahsini, demokratikleşme mücadelesini tümü ile heybeden atıp “biz kendi işimiz ile ilgilenelim”ciliğe ne demeli? Memleket “dağılmış pazar yerlerine” benzerken “marangoz işini yapar, talaş da işinin doğal sonucudur” (iş sosyalizm hedefi, talaş ise demokratik hak manasında kullanılıyor) diyen bir yüksek feraset!

Ama bu ekolde benim favorim 90’ların ikinci yarısındaki havaya- tam diğer ucundan- kendini kaptırıp “demokrasi, burjuvazi tarafından temellük edilmiştir (sahiplenilmiştir)” veciz sözüne imza atanlardır. Yılların onca deneyimine, onca birikimine, onca başarısına, onca başarısızlığına ve onca bedele karşın sosyalizm ve toplumsal mücadeleler tarihimizde, pratiğimizde ve literatürümüzdeki birikimi bu denli ihmal eden bir siyasi yaklaşım nasıl oluyor, incelenmeye değer. Halbuki tarihsel “yasallık” bir hukuk fakültesi öğrencisi açısından son derece yalındır: “Hakların bütünleşikliği ilkesi”.
Tarihsel gelişimi anlamak, terimleri kavramak, örneğin anayasal yahut yasada tanımlamak için tek tek “hak”lardan ve “hak kuşakları”ndan söz ediyoruz, ancak bu her bir hakkın gerçeklenebilmesi için diğerine, diğerlerine hakların etkileşimli bir bütün olarak kavranması zorunluluğunu gözden kaçırmasına mazeret olamıyor hukuk fakültesi öğrencisinin…

Siyasal (1. kuşak) haklar gerçekleşebilmek için sosyal (2. kuşak) hakları, sosyal haklar ise bir muktedirin iki dudağı arasına bırakılmamak için siyasal hak ve özgürlükleri harici bir mesele değil, emeği ile geçinen yurttaşın kendi kaderini tayin hakkının mütemmim cüzü olarak zorunluluğu açık.
Bugün istibdadın aşılması birinci önceliktir, “kilit” sorunumuz budur. “Parlamenter demokrasi” ve “hukuk devleti” mücadelesi sınıf mücadelesinin, sosyal haklar mücadelesinin tali değil asli vazifesidir.

Demokrasiyi demokratikleştirmeye diğer toplumsal kesimlerden belki de daha fazla emekçi yığınlarının hak mücadelesinin ihtiyacı olduğu için “demokrasi kavramının burjuvazi tarafından temellükü (sahiplenilmesi)” benzeri önermeler dikkatimizi dağıtarak öncelikleri kaçırmamıza neden oluyor. Emeği ile geçinen yurttaşlar ve onların sosyal talepleri demokratikleşme mücadelesinin/sürecinin çok önemli bir parçasıdır. Sosyal haklar mücadelemizin, sosyal haklar alanında kazanımlar elde etmenin koşulu bugün demokratikleşmedir. Demokratik bir ortamda sınıfın davası/hakkı daha fazla işitilecek, kazanımları artacaktır. Ötesi, Gezi’nin bakiyesi tüm haklara ve özgürlüklere ilişkin tüm talepler, demokratik çoğulcu siyasal ve toplumsal iklimdir. Meselenin diğer boyutu da en az bu kadar önemlidir. Kimsenin iki dudağının arasına kaderini teslim etmeyen, inayet dilenmeyen, hakkını talep eden, hakkına sahip çıkan “sosyal yurttaşlık” ve örgütlü toplum demokrasinin/demokratikleşmenin en önemli güvencesidir.

2023’ün şafağında “Sosyal Haklar 101” sınavının geçme/kalma sorusu “hakların bütünleşikliği” ilkesi “ünite”sinden gelecek, ona göre çalışmak lazım. Kesin bilgi.

*Avukat Can Atalay bu yazıyı Silivri Cezaevi'nden yazdı.