Bugünden sonra üniversitelerde “soyut sensin figüratif babandır” cümleleriyle örülmüş entelektüel tartışmalara değil; “kadın ve erkeklerin aynı dersliklerde eğitim görmesinin doğu olup olmadığına” yönelik tartışmalar duyacağız. Neredeyse atanmış tüm rektörlerin “imam hatipli” olması bir tesadüf değildir.

Soyut sensin figüratif babandır II

Serhat HALİS

Nuri Bilge Ceylan, Rus edebiyatından esintiler taşıyan yapıtı Ahlat Ağacı’nda, taşralı yazar tiplemesine, filmin bir aşamasında; “Son yarım saattir varlığını üzerime dayatan tek bir gerçek var, o da ne biliyor musun? Bacaklarımı lime lime doğrayan müzmin bir sızıyla boynumda başlayıp yukarı doğru tırmanan ve şiddetli bir baş ağrısına dönüşmek için fırsat kollayan sinsi bir tutulmadan başkası değil” dedirtir. Filmi izleyenler bilecektir; taşralı yazar, karşısındaki “romantik gence”, yaşamda keskin hayati sorunlar olduğunu, bu şiddetli cümleyle anlatmaya çalışır.

Kuşkusuz Ahlat Ağacı’nda ifade edildiği gibi, öncelikli olarak başka uzuvlarda başlayan ancak önlem alınmazsa adeta domino etkisiyle en hayati organlarımızı, başımız-kalbimizi müthiş bir ağrıyla başbaşa bırakacak küçük gibi görünen hayati sorunlar var. O yüzden, yaşamın pekçok merhalesinde hayati meselelerimizde de değişkenlikler oluyor. Örneğin bugün Türkiye’de yoksulluk, demokratikleşme gibi hayati sorunların bileşkelerinden birini de ülkedeki akademilerin durumu oluşturuyor. Zira akademi hem bilimi ve hem de demokratik işleyişi yeniden ve yeniden üreten organlardan biri.

Kuşkusuz bugün türkiye akademisi dendiğinde aklımıza ilk çırpıda gelen soru; hayati fonksiyonları işleyen bir bilim merkezinden bahsedilebilir mi olacaktır.

1991 ŞUBATI’NDA SOĞUK BİR CUMARTESİ GÜNÜ

9 Şubat 1991 Cumartesi günü Cumhuriyet Gazatesi’nin son sayfasındaki haberin başlığı şöyleydi: “Soyut Sensin Figüratif Babandır”. İlk bakışta bir mahalle kavgası repliğini andıran bu cümle, aslında dönemin entelektüel tartışmalarından birini ifade ediyordu. O yıllarda, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde “gelenekçiler” ve “yenilikçiler” arasında baş gösteren bir tartışmaydı bu. Gelenekçiler ve yenilikçilerin sanat anlayışları arasındaki tartışmanın bir parçası olarak açığa çıkan bu cümle de, zamanla bu entelektüel atışmanın cisimleşmiş bir ifadesi haline geldi.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi resim bölümünde kıvılcımı atılan bu tartışma, ilk başta soyut ve figüratif resim anlayışlarını savunan hocalar arasında yaşanır. Devrim Erbil, Neşe Erdok, Özdemir Altan gibi önemli isimlerin içinde yer aldığı bu polemik süreci, basılı yayınlarda yürüyen akademik ve entelektüel bir atışma üzerine kuruludur. Bu süreçte hocalar karşılıklı olarak pekçok yayında karşı tarafa yönelik eleştirilerini dile getirir. Zamanla birlikte tartışma, hocalardan yana olan öğrencilerin de dahil olmasıyla boyut kazanır ve “soyutçular” ile “figüratfçiler” olmak üzere “Mimar Sinan”daki resim bölümü adeta iki ayrı kutba ayrılır.

Bu kutuplaşma kaçınılmaz olarak yazılı arenada yürüyen tartışmaların üniversite koridorlarına ve amfilerine taşınmasına neden olur. Sözlü atışmalarla birlikte ivme kazanan tartışma, oldukça verimli ve entelektüel bir muhtevaya sahiptir. Zaman zaman seslerin yükseldiği güçlü bir sanat tartışmasıdır bu aslında. İşte seslerin yükseldiği o anlardan birinde; öğrencilerin ve hocaların içinde yer aldığı bir tartışmada; soyut sanat akımını savunan hocalardan birinin ağzından “soyut sensin, figüratif babandır” lafı çıkar.

Türkiye akademisinin henüz sıradan bir imam hatip lisesi kıvamına dönüşmediği yıllardan bahsediyoruz. Üniversite koridorlarında sanat akımlarının konuşulduğu ve hocaların birbirine yazılı olarak ve münazara yoluyla eleştirilerini ilettiği akademik bir ortamdan...

AKADEMİNİN SEFALETİ

Evet bundan tam 30 yıl önce, soğuk bir şubat Cumartesisi Cumhuriyet Gazatesi almak için evlerinden çıkan okurların karşılaştığı bu başlık; bugün Türkiye üniversitelerinde asla göremeyeceğimiz bir entelektüel tartışmanın ürünüydü. Zira böyle bir tartışmanın yürütülebileceği belki de son üniversite olan Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyım rektörle birlikte, üniversiteler üzerinde kurulan tahakküm tamamlanmış oldu.

Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan rektörle birlikte, bir zamanlar görece özerk olan Türkiye üniversitelerinin zapt-u rapt alınması da tamamlanmış oluyor. Bunun bir sonucu olarak, diğer tüm alanlarda olduğu gibi akademik alanda da Türkiye, Afrika’daki yoksul kabile ülkeleri ya da Orta Doğu’daki İslamik aile devletleriyle aynı takımın içinde yer alan bir ülkeye dönüşmüş durumda. Hatta bir adım daha ileri giderek; bugünden sonra üniversitelerde “soyut sensin figüratif babandır” cümleleriyle örülmüş entelektüel tartışmalara değil; “kadın ve erkeklerin aynı dersliklerde eğitim görmesinin doğu olup olmadığına” yönelik tartışmalar duyacağımızı ifade edebiliriz. Bunun için elimizde yeterince tarihi örnek, deneyim ve fizyokrafik delil var.

Uzun süreden beri Türkiye’de akademik kadro, iskambil kağıdı dağıtır gibi eşe ve dosta dağıtıldı. Neredeyse atanmış tüm rektörlerin “imam hatipli” olması bir tesadüf değil. Tahakkümü daha önce tamamlanmış taşra üniversitelerinin İmam Hatip liselerinden hallice olduğu gerçeğini anlamak için aşırı bir zekaya ya da köklü bir tarihi bilgiye ihtiyaç yok. Bugün Türkiye üniversiteleri ve bilim arasında katedilmesi namümkün bir mesafe var.

Türkiye’de sıradan bir üniversitenin bilimle olan münasebetini belirleyen temel düzlem, iktidarın “bilim” ile “din” arasındaki antagonizmada ibreyi tamamen “din” lehine çevirmiş olmasıdır. Şimdiye kadar “Eğitim Bakanlığı”na ve “Diyanet”e aktarılmış bütçe karşılaştırması bile billur bir gerçeği ortaya oymak için yeterli. Üstelik eğitime-bilime ayrılmış kısıtlı bütçenin; “namaz kılan robot” ya da “kıble gösteren seccade”gibi çalışmalara aktarıldığı gerçeğini de göz önüne alırsak; taşlar daha bir yerine oturuyor.

Türkiye üniversiteleri de, tıpkı Nuri Bilge Ceylan’ın taşralı yazara söylettiği gibi; kürsülerini lime lime doğrayan müzmin bir sızıyla amfilerinden başlayıp yukarı doğru tırmanan ve şiddetli bir yıkıma dönüşmek için fırsat kollayan sinsi bir tutulma yaşadı. Zira son 20 yıldır varlığını üzerimize dayatan tek bir gerçek var…