“Sporun endüstrileşmesi demek, bu işin içindeki oyun duygusunun ortadan kalkması demek. Futbol dediğimiz şey tarlalarda, açık alanlarda icat edilmiş bir oyun”

Sporun endüstrileşmesi oyun duygusunu öldürüyor

MUSTAFA KÖMÜŞ mustafa.k@birgun.net

İlk kitabı “Senin adamın gol diyor” kitabı büyük ilgi gören Elif Çongur, ikinci kitabı “Köşe Gönderinin Bir Metre Kadar Gerisi” ile raflarda yerini aldı. Çongur’un spor yazılarından oluşan kitapta Kobe Bryant’ın basketbolu bırakmasından Kameni’nin Gomis’e hediye ettiği ayakkabıya, Lefter’le Metin Oktay’ın dostluğundan Beşiktaş’ın altyapı hocası Yasin Sülün’ün ‘amatör’lüğüne kadar birçok hikâye bulunuyor. Çongur “Sporun endüstrileşmesi demek, bu işin içindeki oyun duygusunun ortadan kalkması demek. Futbol dediğimiz şey tarlalarda, açık alanlarda sadece kafa göz yara yara özgürce vakit geçirmek için icat edilmiş bir oyun. Ne zaman ki başka tür bir üretim ilişkisi başlıyor, ne zaman ki sahanın etrafını çizip, burası benim demeye başlıyor kapitalizm, orada işin içindeki oyun duygusu gidiyor” diyor.

»Son kitabınızın ismi “Köşe Gönderinin Bir Metre Kadar Gerisi”, yazılarınızda sokak kültürüne, spor yayıncılığına ait futbol kavramlarını çok sık kullanıyorsunuz. Bunun sebebi nedir?
Bu herhalde büyüdüğüm yerlerle ilgili bir şey. Ben sokakta futbol oynanan yerlerden ve zamanlardan geliyorum. Çocukların sokaklarda bütün gün hatta bütün gece futbol oynadığı bir lojman kültüründe büyüdüm. Sokaktaki oyun kaçmasın diye kıymalı karnabaharı ekmek arası yapıp onunla tekrar sokağa fırladığımı bilirim. Kullandığım dil, kavramlar ya da cümleler futbolu sokakta öğrenmekten geliyor yani. İlk kitabımın adını da sokak belirlemişti: “Senin Adamın Gol Diyo”. Sorunuzun ikinci kısmının yanıtı da bir zamanların sorumlu spor yayıncılığının etkisi. Televizyon ve radyo yayınlarından aldığım ciddi bir eğitim olduğunu söyleyebilirim. Devamlı televizyondan maç seyredilen, radyodan spor takip edilen, sporla iç içe olan bir ailede büyüdüm. Sadece futbol da değil, bizim ailede Olimpiyat Oyunları da meseleydi. Yaz tatillerimizin Olimpiyatlara ya da Dünya Kupası’na göre ayarlandığı olurdu. Dolayısıyla kulağımda, aklımda o spor yayıncılığından kalanlar da bugünkü dilimin belirleyicisi oldu diyebilirim.

»Türkiye’de daha çok futbol konuşulur ama siz diğer sporlarla da ilgili yazıyorsunuz. Örneğin Kobe Bryant’ın basketbolu bırakmasına dair de bir yazınız var.
Aslında en çok futbol seviyorum orası kesin. Ama boks dışında bütün spor dallarıyla aşinalığım var, hepsini izlerim, yakından takip ederim. Kobe’ye gelince spor izleyicisi olarak onunla çok tuhaf bir ilişkimiz oldu. Kobe’nin çaylak olarak çıktığı ilk maçı biliriz, attığı ilk sayıyı hatırlıyoruz. Gözümüzün önünde inşa etti bütün kariyerini, birlikte büyüdük. Hep orada duracak zannettik, hep oynayacak. Ama vedasına da tanıklık ettik işte sözünü ettiğiniz yazıda yazdığım gibi. Ben kendi kuşağımı sportif açıdan şanslı görüyorum. Çok büyük sporcular gördük biz, gelişimlerine, rekorlarına, şampiyonluklarına tanıklık ettik. Örneğin futbolla kurduğum ilk ilişkimi Sokrates’le kurdum ben. İzlediğim ilk büyük sporcudur. Sonrası hep muazzam bir tanıklık oldu. Maradona’yı gördü bu gözler mesela. Abebe Bikila’yı, Sergey Bubka’yı, Katerina Witt’i, Sebastian Coe’yu, Carl Lewis’i, Drazen Petrovic’i, Sabonis’i, Ayrton Senna’yı, Michael Pelps’i, Lineker’i, Platini’yi, Littbarski’yi, Michael Jordan’ı, Zidane’ı, Usain Bolt’u izledik. Messi’yi izliyoruz. Bizden önceki kuşak bu kadar şanslı değil. Düşünsenize Galatasaray’ın Neuchatel Xamax’ı 5-0 yendiği maçı televizyon canlı vermemişti bile. Tekrarını izlemiştik. Dolayısıyla ben kendi kuşağımı çok şanslı görüyorum. Ömrümüzün saati çok büyük sporcuların zamanına çaldı.

»Yazılarınızda kavram olarak kullanmasanız da eleştirileriniz hep endüstriyel futbola ya da endüstriyel spora çıkıyor. Bu çok mu kötü bir şey?
Çok kötü bir şey tabii. Sporun endüstrileşmesi demek, bu işin içindeki oyun duygusunun ortadan kalkması demek. Futbol dediğimiz şey tarlalarda, açık alanlarda sadece kafa göz yara yara özgürce vakit geçirmek için icat edilmiş bir oyun. Ne zaman ki başka tür bir üretim ilişkisi başlıyor, ne zaman ki sahanın etrafını çizip, burası benim demeye başlıyor kapitalizm, orada işin içindeki oyun duygusu gidiyor. Futbolun özgürlüğünü elinden aldığın zaman oyunsuluk fikri de elinden kayıyor. Seyretme geleneği de aynı şekilde böyle. İşte passolig, kombine, taraftarın müşteri olarak görülmesi, lisanslı ürün alıp kenara çekilmesinin istenmesi vs. Tabii ki buna direnenler de var. Anadolu’da da, İstanbul takımlarında da buna karşı çıkan, razı olmayan taraftar grupları var. Demek ki umut var.

»“Hayat fena Fenerbahçe'ye benzer” diyorsunuz bir yazınızda. Ne demek istediniz bu cümleyle?
Fenerbahçe biraz öyle bir takımdır. Dolu dolu güldürmez insanı, bir türlü huzur vermez. Öldürmez ama süründürür. Biraz rahat bırakılmak ister, sıkmaya gelmez. Bazen yapılması gereken her şeyi yapılır, yine olmaz yine olmaz. Yönetimde sıkıntı yoktur, hoca tamamdır, transferler çok iyidir filan ama gider ilk turda adı sanı duyulmamış bir takıma elenir. Yapısı bu. Hamuru böyle. Sen ne yaparsan yap Fenerbahçe bildiğini okur. Hayat gibi.

sporun-endustrilesmesi-oyun-duygusunu-olduruyor-451957-1.»Fenerbahçelisiniz ama diğer takımlara da sempatiyle bakabiliyorsunuz. Bugünün Türkiye'sinde bunu pek göremiyoruz aslında. Bunun sebebi nedir?
Kimseyi inandıramasam da Fenerbahçeliyim evet. Kırk küsur yıldır. Ama bu diğer diğer takımlara sempatiyle bakmama engel olmuyor. Çünkü oyunu seviyorum, taraftarların takımlarıyla yaşadıkları aşkı seviyorum, diğer takımların/kulüplerin tarihlerini, efsanelerini seviyorum. Takımlar ve taraftarlar arasındaki nefreti de anlayamıyorum, anlamak istemiyorum. Giderek açılan uçurumun ülkedeki iklimle ilgili bir şey olduğunu düşünüyorum. Memleket ne haldeyse futbol da öyle. Hiçbir zaman güller açmıyordu evet ama nefret rüzgarları hiç böyle kuvvetli esmemişti, bu düzeyde hiçbir zaman olmamıştı. Taraftarlık böyle bir şey değildi. Babamdan biliyorum, çok didişirlerdi başka başka takımları tutan arkadaşlarıyla. Ama başka türlü. Taraftarlığın güzel tarafı budur zaten, maçı kazanıp karşı tarafla didişeceksin, güleceksin ve geçeceksin. Nükteyle, incelikle, zekayla yapacaksın. Bunlar tamamen bitti. Yerini, aşılamayan bir kötülüğün iklimi teslim aldı. Kimse de buna “dur” demiyor. Fenerbahçe tribünü, Beşiktaş’ın rahmetli başkanına küfür ediyor. O öyle yapınca öbürü Fenerbahçe teknik direktörüne tasma filan diye berbat bir şey yazıyor yazıyor. Sonu gelmeyen bir uçurum açılıyor takımlar ve taraftarlar arasında. Söz konusu futbol olunca maalesef en güvendiğimiz insanların içinden bile canavar çıkıyor. Dediğim gibi durmadan pompalanan ayrıştırıcı dilin bir sonucu bu. Yapay esasında. Ama Gezi’de gerçek bir şiddetle karşılaşınca bu taraftarların nasıl yan yana durduğunu da gördük. Ben Fenerbahçe forması giyen Galatasaraylıların “Beşiktaş sen bizim her şeyimizsin” diye slogan attıklarını gözlerimle gördüm. Dolayısıyla yapay bu nefret, bunu da aşacağız elbet.

»Futbolumuzda profesyonelliğe övgü hâkim. Siz bir yazınızda Metin Oktay’ın Lefter’le yedek kulübesinde yaşadığı bir anıdan ve Kameni’nin Gomis’e ayakkabılarını hediye etmesinden bahsederek amatörlüğü daha kıymetli bulduğunuzu anlatıyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Ben bizde bu iki kavramın yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. “Amatör” bir işi para kazanma amacıyla yapmayan insan demek, beceriksiz acemi, işi bilmeyen filan demek değil. Profesyonelse para kazanma amacıyla yapan demek. Şarkı yarışmalarında filan çok olur, jüri “Sizi profesyonelliğe davet ediyorum” diye eleştirir amatörlüğünü beğenmediği yarışmacıya. O davet ettikleri yer, çok şanlı bir yer değil aslında. Çünkü amatörlük beceriksizlik değildir. Amatör ruh şahane bir şeydir. İşini aşkla yapmak vardır amatörlük fikrin içinde, ruh vardır, duygu vardır. Tabii endüstriyel sporda bunlara yer yok maalesef. Arada tek tük olduğunda affetmiyor yazıyoruz hemen.

»Sizin yazılarınızda hep eski sporculara, kulübe emek verenlere vefayı görüyoruz. Geçenlerde Alex Türkiye'ye geldi ve yönetimden yapılan açıklamaları gördük. Hemen hemen bütün büyük takımlarda da bu böyle. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuyla ilgili?
Her şey bu kadar paraya ve başarıya endekslenmişken vefa dediğimiz şey kimileri için içi boş kavramlar haline geliyor. Biz zaten vedaları pek beceremiyoruz. Ersun Yanal’la örneğin, o cümlelerle mi vedalaşmalıydık? Alex gibi, Fenerbahçe efsaneleri arasında yerini çoktan almış, heykeli dikilmiş bir futbolcuya böyle mi veda edilmeliydi? Sadece Fenerbahçe’de değil elbet. Yılların emektarı İbrahim Üzülmez’e gerçek bir veda yapabildi mi Beşiktaşlılar? Vedalaşmayı bilmek, helalleşebilmek önemli ama bizde iş berbat bir ergen tavrına dönüşüyor maalesef.

»Futbolda cinsiyetçi, erkek egemen bir dil hâkim. Bu nasıl değişebilir sizce?
Durmadan, bıkmadan, usanmadan itiraz ederek değiştireceğiz bu dili. Kadın bedeni üzerinden yapılan aşağılamaları, berbat tecavüz göndermelerini, ayrımcı dili, cinsiyetçi tonu, ırkçı söylemleri bıkmadan söyleye söyleye, yaza çize, anlata anlata değiştireceğiz. Ülkede devamlı pompalanan ayrımcı dilden, nefret kültüründen böyle böyle arınacağız.

»NTV Spor kapandı yakın zamanda. Gördüğümüz kadarıyla oranın çalışanları da orayı bir okul olarak görmüşler. Bu da yine sporun endüstrileşmesiyle ilgili mi acaba?
Herkes oturup düşünsün, bir ülkede nitelikli bir spor kanalını yaşatamamak ne demek? Nitelikli olanın, işini iyi yapanın alandan ötelenmesi, her yerde vasatın tahakkümü… Üniversitelerin geldiği halden bir farkı yok.

»Siz KHK ile ihraç edilen bir akademisyensiniz. Ne düşünüyorsunuz?
Ben mağdur olduğumu düşünmüyorum. Barış istedim. “Artık tek bir annenin bile gözünün yaşına tahammülüm yok” dedim. Dolayısıyla içim rahat, kimseye veremeyecek bir hesabım, kirli ilişkilerim yok. Bedel ödenecekse benim payıma da bu düştü diye düşünüyorum. Ama elbette geri döneceğiz, o üniversiteler bizim, bugünler geçecek ve biz üniversitelerimize, kürsülerimize, öğrencilerimize döneceğiz. Mesele, bugünler geçerken üretmeye ve doğru bildiğini söylemeye devam etmek. Böyle düşünüyorum.