İçinde bulunduğumuz gerek küresel, gerekse de ulusal seviyedeki siyasi, ekolojik ve sosyal kriz ve tıkanış karşısında, bu ortaya koyuş temel algı ve paradigmaların cesaretle ters düz edilmesini gerektirecektir

Sürdürülebilir, adil ve ulaşılabilir bir ulusal gıda politikası için düşünceler

Mete Hacaloğlu

Neredeyse bir efsane tanımlama olan “tarımda dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biri” olduğumuz gerçeğini geçmişte her birimiz yeterince duymuşuzdur. Gururlandırıcı tarafı bir yana, bu ifadenin doğruluğu ve hangi varsayımlara göre ortaya atıldığı muallak olsa da, şu bir gerçektir ki binlerce yıldır tarım ve hayvancılık yapılan Anadolu topraklarında çok yakın zamana kadar her mikro havza kendi nüfusunu ekolojik, kültürel ve sosyal değerleri çerçevesinde besleyebiliyordu.

Gıdanın, tarım, hayvancılık ve geleneksel işleme yöntemleri ile tam bir entegrasyonda olduğu bu dönemler aynı zamanda, söz konusu gıdanın ticaretinin ilgili toplumların sosyal ve kültürel yapılarından ayrı olmadığı, diğer deyişle tüm girdi ve üretim alanları ve de ticari yapıların bir bütün içinde olduğu dönemlerdi. Bu binlerce yılın kadim bilgileri ile yoğrulmuş üretim ve ticari yapıların bütüncül olarak kendiliğinden oluşması idi.

Ne zaman ki gıda, yaşamın bütünselliğinden koparılıp bir ticari emtia haline dönüştürüldüyse, aslında ekolojik, sosyal ve ticari açıdan birbirlerini bütünleyen alt bileşenleri olan tarım, hayvancılık ve işleme de ayrı bağımsız birer mecra haline gelmiştir. Bu dönüşümün itici gücü söz konusu mecraları birer kar maksimizasyon alanı olarak gören kapitalizm ve de onun dünya genelinde hareket kabiliyetini düzenleyen emperyalizm olmuştur.

“Siyasi, Ekolojik ve Sosyal Kriz “
Günümüzde ülkemizde gıdanın tanımı, nasıl bir üretim, işleme ve pazarlama sisteminden geçmesi gerektiği ne yazık ki tam bir muallaklık içindedir. Başta ilgili bakanlık olmak üzere, bu “varoluşsal” sistemin neye hizmet ettiği belli değildir. Bu belirsizlik ve başıboşluk ise çeşitli ulusal ve uluslararası odakların piyasayı manipüle etmelerine ve ticari kaygılarını gerek resmi kurumlar üzerinden yasal bazda, gerekse de sahada doğrudan üretim ve tüketim sistemlerinin içinde en üst seviyede hayata geçirmelerine sebebiyet vermektedir.

Bu belirsizliği biraz açmak gerekirse, uygulanan ulusal politikalar ve de son 25 yıldır imza altına alınmış muhtelif uluslararası sözleşme ve yaptırımlar uyarınca tarımsal ve hayvansal üretim bir ticari emtia sınıfındadır. Bu doğrultuda hiçbir destek ve koruma görmeden serbest piyasa koşullarında işlem görürler. Ancak popülist politikaların ayrılmaz hedef kitlesi olan kırsal nüfus, kimi ürünler ve koşullarda “görece” desteklemelerden faydalanmaktadır.

İktidarın 2002’den beri uygulayageldiği bu belirsiz tarımsal politikalarının sonucu ise bildiğimiz karamsar tablodur. Kırsal nüfusun azalması, dışa bağımlı temel girdilerin katlanarak artması, tohum ve hayvan ırkında dışa bağımlılık, uygulanan teknik yöntemlerden dolayı su rezervlerinin azalması, toprakların kimyasal gübre ve ilaçlarla kirlenmesi, tarımsal bio-çeşitliliğin azalması, tarımsal alanların ve meraların yapılaşmaya açılması gibi sayabileceğimiz sayısız olumsuz faktör karşımızdadır.

Hükümet tarafından tarıma destek başlığı altında açıklanan yıllık tarımsal ve hayvansal üretim desteklemelerinin toplamının, sadece çiftçinin kullandığı mazottan alınan ÖTV ve KDV ile neredeyse eşit olduğunu düşünürsek reel anlamda hiçbir destek verilmemesi bir yana, üreticiyi de üretim maliyetleri hesabı açısından da ciddi bir yanılsama içerisine soktuğu da ortadadır. Bu yanılsama yukarıda bahsettiğim üretimin tanımının yapılmamış olması, devlet olarak hangi noktada bulunacağının belirsizliği, bu üretim sisteminin ideolojik açıdan nasıl bir prensipler dizini üzerinde oturacağının belirlenmemiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Dolayısı ile sadece bu reel yapının çarpıklığını, yanlışlarını ve güncel sıkıntılarını ortaya çıkarmak ve kamuoyu ile paylaşmak yeterli değildir. Acil olarak nasıl bir gıda sistemini tasarladığımızı ilkesel, ideolojik ve etik duruşu ile uyumlu bir şekilde ortaya koymamız gerekmektedir. İçinde bulunduğumuz gerek küresel, gerekse de ulusal seviyedeki siyasi, ekolojik ve sosyal kriz ve tıkanış karşısında, bu ortaya koyuş temel algı ve paradigmaların cesaretle ters düz edilmesini gerektirecektir.

“Gıdaya erişim temel bir insan hakkıdır”
Her şeyden önce gıdayı ulusal politikaların temel algısı olan ticari emtia kavramından radikal bir şekilde kurtarmak gerekmektedir. Gıdaya erişim temel bir insan hakkıdır. Özellikle de temiz, ulaşılabilir, taze gıdaya ulaşım hakkı en temel hak olarak devlet güvencesine alınması gerekmektedir. Bu ifade, gıdanın ticari faaliyetlerden kopartılması anlamını taşımadan, kurulması gereken sistemin temelinin bu prensip üzerine oturtulması demektir.

İkincil olarak gıdanın ticari, teknik ve finansal açıdan bağımsız olarak yürütülmesi, ya da diğer bir deyişle gıdanın üretenin ve tüketenin egemenliğinde olması birincil seviyede bir ulusal güvenlik sorunudur. Üretimin girdiler ve finansman bazında sürdürülebilirliği, yaratılan gelirin üreticide ya da yerel işleyicide kalması, aracıların azalması ile tüketicilere daha düşük maliyetlerle ürünlerin ulaşması gibi temel değişiklikler bu yaklaşımın yansımaları olacaktır. Tüm geliştirilecek politika ve kurgulanacak sistemlerin ulusal gıda egemenliği çerçevesine oturtulması gerekmektedir.

Ulusal sınırların yanında bölgesel ve yerel seviyede de korumacılık esas olmalıdır. Ekolojik gereklilikler doğrultusunda havza bazında üretimin şekillendirilmesi bir yana, gıdanın nihai maliyetine etki eden en temel unsurlardan olan nakliye maliyeti, mesafelerden doğan gıdanın saklanması ve raf ömrünün uzatılması için gerekli işleme maliyetleri de bu yaklaşımla düşürülmelidir. İşlenmiş gıdanın hammaddesinin, ya da meyve ve sebze gibi ham gıdanın temiz, katkısız ve düşük maliyetinden dolayı ekolojisine uygun üretimi esas olmalıdır.

Muhtelif kanallardan özellikle şehir nüfusuna yönelik yaratılmış ve yönlendirilmiş olan gıda tüketim kültürünün de etkisinin aşılması gerektiğini ve bu yönde yapılması gereken ciddi bir çalışma olduğunu göz ardı etmeden, yerelde üretilebilen ürünlerin her açıdan teşvik edilmesi gerekmektedir.

Gerek bitkisel, gerekse de hayvansal üretimin temelde aile işletmeciliği ya da küçük yapılar altında yapılanması desteklenmelidir. Fakat ürünlerin işlenmesi de yerelde kurulu küçük ve orta ölçekli işletmeler üzerinden sağlanmalıdır. Büyük tarımsal ve hayvansal işletmeler ile ulusal ve uluslararası pazarlara yönelik gıda işleme tesisleri ölçek ekonomisi avantajını kullanmakla birlikte, boyutlarından dolayı üretimde ekolojik dengelerin bozulmasına sebebiyet vermekte, yaratılan gelirin adil paylaşımını engellemekte, büyüklüklerinden dolayı her anlamda kırılganlıklar sergilemekte ve de tüketimde yerelliği esas alan yaklaşıma uymamaktadır.

Küçük ölçekli üretim noktalarının desteklenmesi beraberinde çok net, şeffaf, etkin ve pratik örgütlenme sistemlerinin kurulmasını da zorunlu hale getirmektedir. Bürokrasinin hantal, pasif ve pratik yoksunu yapısının yansıması olarak yıllardır negatif bir algıyı üzerine almış ve aldırılmış olan kooperatifçilik sistemi, kapasite geliştirme, demokratik yapının güçlendirilmesi, yönetimin etkin ve şeffaf kılınması gibi yapısal düzenlemelerle aktif ve zorunlu hale getirilmelidir. Kooperatiflere alternatif örgütlenme biçimlerini de dışlamadan, üreticinin ürününü pazarlarken kendinden büyük yapılarla mücadele etme zorunluluğu ortadan kaldırılmalıdır.

Gıdanın satış kanallarında da yerel satış noktaları desteklenmeli, ulusal zincirlere ciddi sınırlamalar getirilmelidir. Perakende satış seviyesinde de yaratılan gelirin monopol halini almış zincirler vasıtası ile satışının yapıldığı yerelden, bölgeden hatta ülkeden çıkartılması hem ucuz gıda erişimini engellemekte, hem de yaratılmış olan değerin adil paylaşımına izin vermemektedir. Tüketicilerin ise örgütlenerek yerelde kooperatif veya gıda toplulukları gibi alternatif gıda temin sistemleri vasıtası ile aracıların azaltıldığı bir tedarik sistemi desteklenmelidir.

Gıda hakkı, egemenliği ve adaleti üzerine kurulu olan ideolojik çerçevenin ayrılmaz unsuru ise gıdayı temin ettiğimiz doğanın kendisidir. Bu üretim sistemleri içerisinde doğanın sadece bir entelektüel veya etik dürtü çerçevesinde korunması ne yazık ki yukarıda ifade edilmiş ekolojik ve sosyal krizin temelde algılanması ve çözüm üretilmesini engelleyecektir. Gıda egemenliğinin temelinde sürdürülebilir üretim, gıda işleme ve gıda sevk sistemleri yatmaktadır. Toprağın, suyun ve havanın korunması ve onarılması, kaynakların sürdürülebilir yöntemlerle döngüsel yapılara oturtulması zorunluluktur.

Hayvancılık ve bitkisel üretimin birbirlerinin ayrılmaz parçası oldukları temeli üzerinden, yerel ekolojik sınırlamalar göz ardı edilmeden, üretim girdilerinin yerel ve doğala çevrilmesi, mekanizasyon ve sulama sistemlerinin en etkin ve verimli kullanımlarının sağlanması, yerel tohumların ve yerel hayvan ırkları ile agro bio çeşitliliği her zaman mono kültür üretime yeğleyerek sürdürülebilir üretim sistemleri kurulmalıdır.

Elbette ki varolan sistemden geçiş bir anda olmayacaktır. Geçiş süreçleri ilk aşamalarda hibrit yapıları barındıracaktır. Yüzbinlerce ailenin geçimini sağlayan ve uluslararası piyasalara entegre endüstriyel bitkilerin yerelden ziyade ulusal tedarik ve işleme sistemlerine tekrar entegre edilmesi gerekecektir. Bunun için Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri kurulmuş ve çoğu son 15 yılda tasfiye edilmiş yapıların tekrar oluşturulması gerekecektir.

•••

Üretim ve işleme teknolojilerini red etmeden, en etkin, çevreci yöntemleri geliştirerek ve kullanarak, markalaşmayı bir çeşitlilik ve zenginlik olarak teşvik ederek, gıda çeşitliliğini katkısız, doğal ve yerelden beslenen bir model ile sunarak gıda sistemimizi yeniden şekillendirmek zorundayız. Bunu sadece ideolojik bir yaklaşım veya sosyal ve ekolojik sorunların bir çözümü olarak değil fakat aynı zamanda “küçüğün güzel olmasından, çeşitliliğin dirençli olmasından ve yerelin sıcak olmasından” dolayı yapmalıyız.

Türkiye’de bu yönde tohumlar epey zamandır atılıyor. Gıda toplulukları, Toplum Destekli Tarım (TDT) sistemleri gelişiyor, kent bahçeleri ekiliyor, permakültür ve onarıcı tarım sistemleri deneniyor, ekolojik köy kurma denemeleri devam ediyor. Henüz emekleme aşamasında bile olmasalar, birçok öncü insan geleceğin gıda sistemlerini kurma yolunda ön saflardalar şimdiden. Kırın ve şehrin tekrar bütünleşmesi ve birbirinden beslenebilmesi, gıdanın özgürleşmesi, sosyal açıdan adil bir yapının kurulması ve bir parçası olduğumuz doğanın, toprağın ve suyun varoluşumuzla uyumlandırılması şu anda önümüzde duran en büyük ütopyadır.