Sürekli bir arayış halidir köksüzlük. Kök salamadığını hisseden insan, yosunlar gibi bir yere tutunmaya çalışır. Bizim gibi sınıfsal ve kültürel eşitsizliklerin yoğun olduğu ülkelerde devinim hali hiç bitmiyor.

Sürekli bir arayış halidir köksüzlük
Barış İnce, Çelişki ve Sarsıntı'nın ardından yine ses getirecek bir romanla okurlarıyla buluştu.

Selçuk ÖZBEK

Edebiyatçı Barış İnce’nin son romanı Köksüzler, raflardaki yerini aldı. 4 yıllık bir aranın ardından gelen roman, kentsel dönüşüm, göçmenlik, kaçma arzusu ve tutunma mücadelesi içindeki birkaç karakteri ve bir kenti anlatırken aslında insanın özüne, bir başka ifadeyle köküne ayna tutuyor. Bir define arayışı etrafında şekillenen metin, bana kalırsa gürültüsüz bir politik başkaldırı niteliğinde. Sözü çok uzatmadan yazara bırakıp kitaba dair anlatıyı birinci ağızdan dinlemek daha açıklayıcı olacak. İyi okumalar.

4 yıl aradan sonra yazdığınız Köksüzler romanı 5 Temmuz’da dağıtıldı, bir hafta içinde epey bir ses getirdi. Bu etkiyi daha önce pek işlenmeyen “definecilik” konusuna mı bağlıyorsunuz yoksa sert sınıfsal ögelere mi? Hazırlık evresinde neler yaptınız?

Belli bir etki yaratacağını hissediyorsunuz tabii. Kitabı sadece kendim okumak için yazmıyorum, insanların okumasını, bir şeyler hissetmesini istiyorum. Sanat sonuçta karşılıklı bir ilişkidir. Estetik ürünü yaratanla estetik hazzı alan arasındaki etkileşimden bahsediyorum. “Sadece kendime yazıyorum” ya da “iyi hissetmek için yazıyorum” diyenler de var. Onların neden günlük tutmadığını anlamak zor… Yayınevine gidiyorlar, dosyalarını veriyorlar, editöre okutuyorlar, sözleşmeler imzalıyorlar, çıkınca söyleşiler veriyorlar ama kendime yazıyorum diyorlar. Biraz havalı olsun diye söylenen sözler sanırım. Bir de okura yazan var ki o da ayrı bir sorun. Çok satsın kaygısıyla edebi niteliği düşüren, karakterleri düzleştiren, gözyaşı bombacıkları ve aforizmalarla işi yürüten bir yazarlık biçimi… Ben kitabı okurlara yazdığımın farkında olarak ama söylemek istediklerimden, farklı denemelerden, kendimi geliştirme çabamdan ödün vermeden yazmaya çalışıyorum. Defineciliğin ilginç bir konu olduğunu biliyorum üstelik kitabın temalarını oluşturan kolay yoldan “yırtma” çabasına ve kök arayışı metaforuna uygun olduğunu düşündüm. Doğallığında bir merak unsuru yaratmış olabilir ama hikâyenin özünde zaten düğüm vardır. Yani karakter şimdi ne yapacak, bu işin içinden nasıl çıkacak dediğimiz kimi sorunları başa çorap örer gibi öreriz. Bunlar küçük meseleler de olabilir büyük sorunlar da… Küçük olduğunda okur, “bu hikâyede olay yok” zannedebiliyor halbuki klasik eserlere bakarsanız durağan gözüken hikâyelerde de bu düğümler vardır. Sorunuza dönersek etkinin hem romanın sürükleyici yapısından hem de bölüm girişlerindeki kimi anekdotlar ve bölüm sonlarındaki görüntüler ile ana hikâye arasındaki çarpıcı ilişkiden kaynaklandığını söyleyebilirim. Okuyanlar ne demek istediğimi çabucak anlayacaktır. Yapmaya çalıştığım da buydu. Bu yüzden araştırma evresi çok uzun sürdü. Dört yılı boşa geçirmedim yani.

Bir kadını ve birden fazla erkeği konuştururken yalnızca diyalog değil bilinç akışı tekniğini de kullanıyorsunuz, bu süreç, yani başkası gibi düşünme epey yoğunlaşma gerektirmiş olmalı. Üstelik bu romanınızda Çelişki ve Sarsıntı’nın aksine Tanrı anlatıcı olarak aktarıyorsunuz hikâyeyi. Ne tür zorlukları vardı bu dil değişikliğinin?

Yazmaya başlarken ana karakterleri ve hikâyenin köşe taşlarını kafamda belirliyorum. Her şeyi bilmiyorum, çoğu şey yazarken geliyor. Yoğunlaştıkça yaratıcılık artıyor. Evde bulaşık makinesini boşaltırken de kafanızda metnin parçaları döner ama daha parçalı şekilde. Yazma sürecinde o dünyanın içine girersiniz ve sizi götürdüğü yerler olur. Yazmaya başladığım anda tam olarak karar verdiğim tek şey anlatıcıdır. Bu romanın 2’si kahramanımız olmak üzere esasen 4 ana karakterli yapısı, bolca tipleri ve farklı sınıfsal, kültürel kodları nedeniyle oluşacak çatışma için “ben anlatıcı” uygun değildi. Yani Nihan’ın gördükleri, bildikleri, algısı ile Kadifekale’deki o ailenin yaşam kavgası, hisleri, tutkuları anlatılamazdı. Tanrısal anlatıcı seçimini bu yüzden yaptım. Bilinç akışı/iç monolog ile de karakterlerin duygu dünyasını sezdirmeye çalıştım.

Ürettiğiniz her şeyi takip etmeye çalışan biri olarak, bu hikâyeyi okurken Neyse ile Tavşan Kanı öykülerinizden ve Kabuğu Kırmak belgeselinizden de epeyce yararlandığınızı düşündüm. Üstelik kitapta yer alan tema, Çelişki romanınızda “görünüp kaybolan” insanlardan, definecilerden oluşturuluyor. Bu yeni romanın, ilk romanınız olan Çelişki’den (2017) bu yana inşa edildiğini söylemek mümkün mü? Bu süreç nasıl ilerledi?

Çelişki’de bir defineciler sahnesi vardı doğru. 2-3 sayfalık bir bölümdü. Sonradan dergilerde yayımlanan ve sevilen Deli Sabri hikâyesi de oradan çıkmıştı. Ben yazdığım hiçbir şeyi atmıyorum. Ot dergi için yazdığım öykülerde, gazete yazılarımda, hatta siyasi makalelerde bile bir cümle beni başka bir metne götürüyor. Öyküde tek yönlü işlediğim bazı karakterleri başka bir karaktere büründürüp çok yönlü bir şekilde romana katıyorum. Yazdıklarım benim dünyamın parçaları ve onları istediğim gibi yoğurmak hoşuma gidiyor. Belgeselde ise durum farklı... Ben bu roman için çalışırken İzmir tarihine dair kitaplar okuyordum ve yine bu romana girecek, definecilerin babası İlyas’ın hikâyesini oradan kurdum. Tabii romanda birkaç cümleyle geçirdiğim bir hikâyenin İzmir için ne kadar önemli olduğunu fark ettiğimde bir kısa belgeselini çekmek istedim ki geleceğe kalsın. Romancı anlattığı mekânın kültürüne, sınıfsal yapısına, sosyolojisine betimsel detaylarına hâkimdir ancak roman yazdığını bilerek gerektiği kadarını kullanır. Buna benzer bir cümleyi Fethi Naci, Yaşar Kemal için kurmuştu ki beni çok etkiler. Gerçekten de romancı meseleyi özümser ve o özümsenmiş bilgi romana sızar. Girit mübadilleri ile Mardinli göçmenler arasındaki bir ilişkinin tezahürü olan midye dolma işi romana sızar ancak uzun uzun bunun tarihini anlatamazsınız. Ya da ben böyle yapmam diyeyim çünkü yapanlar var. Belgeselle bu tarih geleceğe kalsın istemiştim. Yani yola roman yazmak için çıkmıştım.

KÖKSÜZLER, Yazar: Barış İnce, Yayın Evi: İnkılap Yayınevi, Basım Tarihi: 2022KÖKSÜZLER, Yazar: Barış İnce, Yayın Evi: İnkılap Yayınevi, Basım Tarihi: 2022

Susmak ve konuşmak, gerek öykülerinizde gerekse kitaplarınızda sıkça yer verdiğiniz unsurlar. Misal, Neyse öykünüzde kendi dilini kesen bir Dilsiz Ferhat vardı, ancak bu defa bu eylemi düşmana yönelten karakterleri işliyorsunuz. Bu simgesel eylemdeki farkı nasıl anlatırsınız?

Neyse öyküsü mekânla ve kentsel dönüşüm temasıyla bu romana epey bir katkı sundu. O bölgeye nedense kafayı taktım. Çünkü çok tuhaf bir üçgen orası. Üst taraf Kadifekale malum. Eşrefpaşa, Girit mübadillerinin ilk yerleşim yeri sonradan bıçkınların yeri oldu ki ayrı bir vaka… Damlacık tarihi bir bölge ama şu an hayalet şehir, İkiçeşmelik romanların da yaşadığı bir kazı alanı, aşağısı Havra sokağı… Tüm bunların üstünde Bayramyeri ki Tatar mahalleleri var. Yürüyerek gidilen daracık bir alan ama bu denli farklı kültürün bir arada yaşadığı başka yer var mı bilmiyorum. Dil kesme meselesi orada da vardı evet. Susmak ve konuşmak üzerine epey yazmışım aslında. Sarsıntı da bu yöndeydi. Burada konuşanlar daha çok zenginler ve ispiyoncular. Bu konuşmalara tahammül edemeyenler ise yoksullar. Çünkü konuşulan dil onların dili değil.

Bir kentin değişimi bölüm başlarındaki tarihi anlatılar içeren metinlerarasılıkla ve günümüzde geçen hikâyeyle aktarılırken söz gelimi Yahudilerin yerini Kürtlerin, Hırıstiyanların yerini Türklerin, gayrimüslimlerin yerini Müslümanların aldığı görülüyor. Kimsenin sonsuza kadar kök salamadığı bir kenti, bir yaşamı anlatıyorsunuz, ana karakterlerin bile... Sizce nedir “köksüzlük”?

Bugünkü taşınma ve yer değiştirme halimizi tarihten tuhaf örneklerle de göstermeye çalıştım. Bu devinim bir arada yaşamı desteklediği gibi kimi zaman kültürü de bozmuş ve aşağıda bir yağmacılık, talan, kolay yoldan yırtma kültürü oluşmuş. Bir türlü oturmayan, her şeyin hızlı değiştiği toplum yapıları kolay yoldan sınıf atlama, birilerinin malına el koyarak zenginleşme, sık görülen felaketleri ve krizleri fırsata çevirme gibi güdüleri de beslemiş. Tarih, başkalarının acıları üzerine kurulan zenginlikle yazılmış. Bunu sadece Türklere ya da başka bir millete mal etmeyi de doğru bulmam. Son zamanlarda Batı destekli olduğunu düşündüğüm, karşıdan da bir protest milliyetçilik üreten, tuhaf bir dil türedi. Kendimizle yüzleşmek adına tüm kötülükleri kendi üstüne alan tuhaf bir anlatı bu… Kimseye faydası yok bunun. Batı’nın kendini aklamak için ürettiği “barbar Doğu” hikâyesinin bir devamı bence… Oysa ekonomik ve siyasi kriz dönemlerinde her toplumda maalesef ki meydana gelmiş bir servet değişimidir bu. Yüzleşilecekse bununla yüzleşilmeli. Zenginlik ne üzerine kurulmuştur? Girit’te ya da Balkan Harbi sırasında Türklerin yaşadığı zulümle burada İzmir yangınında, 6-7 Eylül’de ya da Varlık Vergisi döneminde gayrimüslimlerin yaşadığı zulüm ortak acılardır. Aynı dönemlerde Batı’nın sömürge ülkelerdeki katliamları da kan dondurucudur. Yahudi soykırımı aynı zamanda ekonomik krizdeki Almanya’da bir servet değişimi projesiydi ve o yüzden Alman toplumunda karşılık buldu. Basit bir milliyetçi delilik olarak yorumlanamaz. Köksüzlüğe gelirsek… Sürekli bir arayış halidir köksüzlük. Hatırlamak için, bağlanmak için, mutlu olmak için, aslında büyüyebilmek için arayış… Kök salamadığını hisseden insan, yosunlar gibi bir yere tutunmaya çalışır. Bizim gibi sınıfsal ve kültürel eşitsizliklerin yoğun olduğu ülkelerde devinim hali hiç bitmiyor. O zaman da kültür dediğimiz şey de, insan ilişkileri de kökleşemiyor. Köksüzlüğün birinci semptomu da hafızasızlıktır.

DÜZEN İNSANLARI MUTLU ETMİYOR

Sınıflar arası ilişkiler ve farklı sınıflardan tiplemeler kitapta önemli eşiklerde duruyor. Aylin karakteri gibi… Tam buradaki sohbette Almanya’daki binalarda, orada yaşamış olan soykırım kurbanlarının adlarının tabelalarda anıldığından bahsediliyor. Oysa Nihan, sadece birkaç yıl önce ayrıldığı bir şehrin sokağını, hatta evini bulamayacak kadar değiştiğini görüyor. Bizi biraz da bu bozuk düzen köksüzleştiriyor diyebilir miyiz?

Ekonomik ve toplumsal olarak tutunma çabası bitmeyince değişim de sürüyor. Bu değişim iyi yönde bir değişim değil bir çeşit çalkantı hali… Oradan oraya savruluyoruz, kültürel olarak kök salamıyoruz, mutlu olacağımız yeri arıyor ama bulamıyoruz… Düzen insanları mutlu etmiyor. Gelecek kaygısı çok fazla, nasıl çıkarız diye insanlar hızlı para bulabilecekleri şeylere, kripto paraya, kumara yöneliyor. Kimse ileride iyi bir işim olur bir evim olur, güzel bir sosyal hayatım olur geçinir giderim diye düşünemiyor artık. Öyle bir şey mümkün değil çünkü. Bu sınıfsal kriz derinleşecek ki şu an biz ilk dalgayı yaşıyoruz. İnsanların hâlâ daha çıkış umudu var. Bu umut kaybolunca çok daha sert toplumsal olaylar göreceğiz. Buradan olumlu bir örgütlülük ve olumlu bir düzen çıkmazsa maalesef halkın birbirine yöneldiği acı olaylara şahit olabiliriz.

“Yoksulluğu bilmeyen birinin yoksulluktan bahsederken seçtiği sözcüklerle, yoksul birinin kendini anlatırken seçtiği sözcükler bir olmaz” diyorsunuz romanın bir yerinde. Bu iddiayı yoksullar etrafında çevrelenen romanınıza yöneltirsek, anlatıda başarılı olabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Bunu kendimize dair de yazdım. Böyle bir romanı Sinan ya da Vedat yazsa böyle yazmaz sanırım. Ama okusalar seveceklerini düşünüyorum. Benim anlatıcım tarafsız, biraz da huysuz bir tanrıydı. Kimseyi beğenmeyen, herkese laf sokan bir yanı vardı sanki. Romanın genel havası, anlattığı şeyler buna uygundu diye düşünüyorum. Sevilmesinin bir yanı da bu olabilir belki. Lunaparklarda kurbağa kafalar vardır elinizdeki tokmakla kafasını uzatana vurursunuz ve puan alırsınız. Onun gibi biraz, kafasını kaldıran karaktere indiriyor tokmağı. Başta söylediğim gibi yazarken bir kesim, bir topluluk sevsin ya da anlasın diye yazmıyorum ama okunacağını da bilerek yazıyorum. Eğer bir topluluk kaygısı gütseydim mensubu olduğum sol siyasi çevreler beğensin diye yazardım ki bu benim için çok avantajlı bir şey olurdu. Herkesi rahatsız etmeyi göze alıyorum. İlk kitabımda biraz daha çekingendim şimdi bunu daha da rahat bir şekilde yapıyorum. Geçen yılların verdiği bir şey bu…

YALIN GÖZÜKEN METNİN ARDINDA BÜYÜK BİR EMEK VAR

Bir insan yaşamının çok kısa bir evresinde bile koca bir kentin değişmesi, definecilerin yoksul semtlerde kök salmış olması, bir yanlışlık sonucu işlerin örgüte bağlanması… Bana kalırsa kitap finaliyle de, bütününe yerleştirilen unsurlarla da özünde epey siyasi bir mesaj içeriyor ancak bunu usulca ve ucuz bir propagandaya dönüştürmeden yapıyor. Bu ince çizgideki yürüyüş epey yorucu olmuştur.

Romanda, sinemada açık propagandaya karşı değilim ama ben yapmıyorum. Sonda bir isyan sahnesi var evet ama o sahnede de birçok tuhaflık var. Bence devrim de böyle bir şey olacak. Kitap basıldıktan birkaç hafta sonra Sri Lanka’da yaşanan şeyleri göz önüne getirin. Havuza atlayıp zıplayan insanları… Ben her şeyin nizami olduğu bir politikayı da bugün için gerçekçi bulmuyorum. Zikzaklarla ilerleyecektir ama yön önemlidir. Hangi yöne ilerliyorsunuz. Eşitlik, özgürlük, barış yönünde mi yoksa para, mevki, iç çatışma yönünde mi… Romana gelirsek, eleştirdiğim şeyler ortada… Bunu açık şekilde, aforizmalarla yapmadım. Çelişki’de daha fazla aforizma vardı bunda yok denecek kadar az. Roman bittiğinde okuru çarpsın istedim. Bitene kadar karakterlerle, hikâyeyle yol alın istedim. Sen bitirdiğinde bana yazdığın yorum ya da diğer okurların yazdıkları da bu yönde… Zor olduğu doğru… Bu röportajda kurduğum köksüzlükle ilgili cümleleri orada da kurabilirdim ama yapmadım. Okur sezsin istedim. Bu bir çaba, bir emek elbette… Yalın gözüken bir metnin ardında büyük bir emek vardır.

Bir klasik soruyla bitirelim, şimdi dinlenecek misiniz yoksa yeni üretimler için düşünmeye başladınız mı?

Yazı derslerimde kullandığım notları geliştirip kitaplaştırmayı düşünüyorum. SolKültür Yayınları’na destek olmak için düşündüğüm bir şey aynı zamanda. Belki sonbahara onu hazırlarım. Onun dışında şu an için bir şey yok. Roman bittikten sonra uzun süre kendime gelemiyorum. Karakterlerin kafamdaki konuşmalarının susmasını bekliyorum.