Bir yandan Suriyelileri Türk toplumuna bütünleştirmeye ya da uyumlaştırmaya çalışırken bir yandan yeni ayrışmalar, çatışmalar ve kutuplaşmalar yaratılmamalı

Suriyeli mültecilerin umuda yolculuğu

BAŞAK KALE*

Homeros’un yazdığı tahmin edilen İlyada Destanı, on yıl süren zorlu Truva Savaşı’nı anlatır. Devamı niteliğindeki Odesa ya da diğer adıyla Odysseia Destanı ise destanın kahramanı Odysseus’un yine on yıl süren zorlu ve tehlikeli bir deniz yolculuğuyla memleketi olan İthake’ye dönmesini epik yolla destanlaştırmıştır. Hikayenin bundan yaklaşık üç bin yıl önce geçtiği coğrafya, günümüzün Ege Denizi ve İyonya Denizidir. Bugün aynı coğrafyayı içine alan bölgeye baktığımızda bu sefer tam tersi yönde gerçekleşen Türkiye’deki uzun bekleyişlerinin sonunda memleketlerinden kaçan Suriyeli mültecilerin güvenli gördükleri Avrupa kıtasına olan tehlikeli ve zorlu umut yolculuklarını görüyoruz. 2015’te Avrupa’ya doğru bu hicret neden başladı?

2015 yılı Türkiye’de bulunan Suriyeli mülteciler için bir bekleyiş ve umutların tükenmesi süreciyle geçti. Krizin başladığı 2011 yılında Suriye’den Türkiye’ye ilk sınır geçişleri yaşandığında Türkiye hazırlıklarını yapmış ve binlerle sınırlı kalacak sayıda mültecinin geçici süreyle barındırılacağını hesaplamıştı. Hesaplar tutmadı. Dört yıl geride kalırken mülteci konusu, 2,5 milyon Suriyeli mültecinin Türkiye’nin neredeyse tamamında yayılarak yaşadığı bir görünüme kavuştu.

Türkiye, Suriye krizi başladığında bu krizin Arap Baharını saran o değişim dalgasının bir parçası olarak hızlı bir şekilde sonlanacağını umuyordu. Muhalifler kazanmalı, Esad iktidardan inmeli ve yeni bir Suriye hızlı bir şekilde dönüşmeli ya da dönüştürülmeliydi. Tüm bunlar gerçekleştikten sonra, Türkiye sınırından geçiş yapan Suriye “vatandaşları” da ülkelerine güvenli bir şekilde geri dönebileceklerdi.

Krizin dördüncü yılı biterken Esad rejimin hala yerinde durduğunu ve krizin Rusya’nın da müdahalesiyle daha da karmaşık bir hale geldiğini görüyoruz. Bölgede birçok güç farklı politik, etnik ve dini beklentilerle savaşın şekillendirilmesinde rol oynamaya çalışıyor. Türkiye’nin beklentisi olan ve daha önce 1991 Irak krizinde uygulanan uçuşa kapalı, insani güvenli bir “tampon bölgenin” oluşturularak, Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilerin bu bölgeye gönderilmesine başta ABD olmak üzere birçok güç, bu bölgenin IŞİD’in amaçlarına hizmet edeceği düşüncesiyle karşı çıkıyor. Türkiye, bu hedefine ulaşmada yalnız kalmış görünüyor, ancak bu hedeften de vazgeçmiş durumda değil.

Bu karmaşık güç çatışmasının ortasında Suriye’nin kısa dönem içerisinde bir rejim değişikliğiyle güvenli ve istikrarlı bir ülke olacağına yönelik ümitler azalmaya başladı. Türkiye’de kalmakta olan Suriyeliler içinse bir statü karmaşası devam ediyor. 2008 yılından itibaren AB’ye uyum süreci içerisinde hazırlıklarına başlanan ve Türkiye’nin göç alanındaki ilk yasası olan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Yasası (YUKK) 2013 yılında kabul edildi. Önce “misafir” olan mültecilere “geçici koruma statüsü” verildi.

“Geçici koruma” statüsü AB hukukunda geliştirilmiş olan ve kitlesel göç hareketleri durumunda AB’nin uluslararası yükümlülükleri ihlal etmeden kendisini ciddi bir külfet altına girmekten kurtarmak için geliştirdiği yaratıcı bir çözüm. Buna göre, AB’ye üye ülkelerde altı ay süreyle geçici koruma statüsü verilen kitlesel hareketlerle gelen sığınmacılar krizin sona ermesi durumunda ülkelerine geri gönderiliyorlar. Türkiye, yeni yasayı geliştirirken AB müktesebatına uyumlu olması için 91. maddeyle YUKK’a geçici koruma statüsünü de dahil etti ve bu maddenin kapsamıyla ilgili yasal düzenlemeyi sağlayan yönetmeliği Ekim 2014’de kabul etti. Şu anda Türkiye’de bulunan Suriyeli mülteciler yasal olarak “geçici koruma” statüsünde bulunuyorlar. Geçici koruma statüsünde bulunan kişilere, 1951 Cenevre Sözleşmesiyle mültecilere tanınan her hak tanınmayabiliniyor.

Suriyelilerin 2015 yılının yaz aylarında Avrupa’ya toplu olarak başlayan toplu göçlerinin sebeplerinden bir tanesi de, yasal statülerinde bulunan bu belirsizlik. Türkiye’de bulundukları süre içerisinde çalışma izinlerinin olmaması, hayatlarını yapılan resmi ya da gayri resmi yardımlar çerçevesinde sürdürmeleri, kayıt dışı çalışma koşulları, eğitim konusundaki karmaşa ve geleceğe yönelik belirsizlikten Türkiye’de kalıcı olamayacakları sonucunu çıkartan Suriyeliler, daha iyi koşullara sahip olacaklarını düşündükleri AB üye ülkelerine ulaşmak için zorlu ve bir o kadar da tehlikeli bir serüvene atılıyorlar.

Bu yolculuklarla, kısa sürede gelişen organize insan kaçakçılığı sektöründe oldukça karlı bir pazar oluştu. Tahminlere göre Yunanistan’a gerçekleşen bir geçiş, mülteci başına yaklaşık 3,000 Euro’nun kaçakçıya ödenmesi anlamına geliyor. Bir yaz gününde gerçekleşen geçişlerin yaklaşık 5,000 kişi olduğu düşünülürse, gelirin boyutu ortaya çıkar. Kış aylarında havaların soğumasıyla birlikte bu rakamlarda ciddi bir azalma olsa da, tamamen bitmiyor. Geçtiğimiz yıl içerisinde Türkiye üzerinden 350 bin ile yarım milyon arasında mültecinin geçiş yaptığı söyleniyor. Türkiye, ayrıca yaklaşık yüz bin kişinin geçiş yapmasını engellediğini açıklıyor. Sayılar çok büyük. Yolculuk çok tehlikeli ve ölümcül. AB, şaşkın, huzursuz ve kızgın.

AB’nin endişeleri çok boyutlu. Suriye krizinin kısa vadede çözülmeyeceği düşünülüyor ve uzun vadede bu toplu göçün, diğer çatışma içinde yer alan ülkeleri de içerisine alacak şekilde gelişeceğinden endişeleniliyor. Suriyelilere ek olarak, Iraklılar, Afganlar ve daha nicelerin Türkiye üzerinden AB’ye geleceği var sayılıyor. Türkiye olmadan AB’nin doğu sınırlarını güvenli ve kontrollü bir hale getirmesi mümkün değil. O nedenle, işbirliği yapılabilmesi için Türkiye’ye AB’nin sınır jandarması rolü veriliyor.

AB’nin kendi içerisinde halen çözümlemeye çalıştığı kimlik meselesi de kritik bir halde. Avrupa, geçtiğimiz yüzyıl içerisinde sürekli olarak kitlesel göç ve sığınmacı akınlarına maruz kaldı. Ancak ilk defa bu kadar yüksek sayıda Müslüman mültecinin gelişine şahit oluyor. Üye ülkelerin toplumlarında bulunan milyonlarca Müslüman vatandaş ve göçmeni kapsayacak şekilde halihazırda ortak bir kimlik oluşturamadığı düşünülürse, yeni gelen yüzbinlerce Suriyeli Müslüman mülteci ciddi bir sorun. Aslında, Avrupa toplumları değişip, daha karmaşık, daha çok kültürlü bir yapıya dönüşürken, Avrupa devletleri halen göçmenlerin toplumlarını dönüştürdüğü fikrini kabul etmemekte direniyorlar.

AB’nin çok kesin bir şekilde Türkiye’ye işbirliğine ihtiyaç duyması, Türkiye’nin pazarlık konusunda elini güçlendirdi. Bu nedenle, AB müzakereleri sürecinde mülteci konusunda işbirliği önemli bir mihenk taşı haline geldi. Şansölye Merkel’in Ekim 2015 ziyareti ve mülteciler ve yasadışı göç konusundaki Eylem Planı, bir dizi yeni çalışma alanını görüşmeye açarken, müzakerelerin hızlanmasını ve ayrıca 3 milyar Avroluk kapsamlı bir yardım paketini gündeme getirdi.

Bu çalışmalar kapsamında Suriyelilerin çalışma izinlerinin çıkması önemli bir adım olarak görülüyor. Yasadışılığın ve sömürünün engellenmesi dolayısıyla çalışma izinlerine sıcak bakılsa da, Kasım seçimleri nedeniyle izinlerin çıkması ertelendi. 2016 yılının Mart ayına doğru bu izinlerin çıkacağı tahmin ediliyor. Bu sayede yasal yolla çalışma kapısının açılmasının emek sömürüsün önüne geçeceği, çalışma koşullarını iyileştireceği ve Suriyeliler için uzun vadeli plan yapılabilmesini mümkün kılacağı için Türkiye’yi terk etmekten vazgeçecekleri tahmin ediliyor.

Siyasi anlamdan bu kritik bir adım. Suriyeliler için “geçici bir kalıcılıktan” bahsediliyor. Suriyelilerle ilgili strateji halen net değil. Okul çağında bulunan 700,000 çocuğa eğitim verilebilmesi için, bir yandan Suriye müfredatı bazı bölümlerinden temizlenerek Arapça olarak Türkiye’de okutuluyor, bir yandan da bazı okullarda Suriyeli çocuklar Türk müfredatıyla Türkçe olarak eğitim görmeye devam ediyorlar. Eğitim çağındaki çocuklardan sadece %40’nın eğitim görebildiği tahmin ediliyor. Suriyelilere sağlık, dil eğitimi, hukuki ve sosyal yardım alanlarında destek görevi gören toplum merkezlerinin standartlaşması alanında çalışmalar var. Toplum merkezlerinin birçok ilde oluşturulması ve hatta Suriyelilere özel sağlık merkezlerinin kurulması gündemde.

Tüm bunlar yapılırken toplum içerisindeki çok hassas çizgilere dikkat etmek gerekiyor. Bir yandan Suriyelileri Türk toplumuna bütünleştirmeye ya da uyumlaştırmaya çalışırken, diğer yandan yeni ayrışmalar, çatışmalar ve kutuplaşmalar yaratılmamalı. Yabancı düşmanlığı, göçmen düşmanlığı ve ırkçı söylemlerin bu hassas dengeler gözetilmediği zaman nasıl kolayca ortaya çıktığını Batılı örneklerde rahatça görmek mümkün. Çok boyutlu inisiyatifi ele alan politikaların oluşturulması için “yardım” ya da “merhamet” temelli değil, “hak temelli” politikalar yaratılmalı. Evrensel insan hakları temelinde oluşturulan politikalar bu alanda çetin bir süreçten geçen Türkiye’nin henüz dünyada örneği olmayan ölçüde bir mülteci bütünleşmesi modeli oluşturulmasını sağlayabilir.

2015 yılı AB’nin insani koruma alanında verdiği sınavda oldukça başarısız olduğu bir yıldı. Kriz içerisinde çözemediği kimlik sorununun bir yansıması olan bu konuda tüm sorumluluğun sınır ve komşu ülkelere verilmesi ve külfetin böylece devredilmesi aslında AB’nin kendi geleceğini de tehdit altına alıyor. Bu, aynı zamanda, korunma kapsamında olan mültecilerin hak ihlallerine sebep olup, haysiyetli ve insanca yaşamalarını engelleyebiliyor.

2016 yılı, Türkiye açısından AB ilişkilerinde Suriyeli mültecilerle ilgili yeni umutlara gebe. AB, bunu daha önce yaşadığı her krizde olduğu gibi, daha derinleşmiş bir bütünleşmeye doğru ve Türkiye’yi de eşit bir ortak olarak kabul edeceği bir ilişki düzeneği içerisinde yapabilirse daha verimli sonuçlar elde edebilir. Türkiye, yine aynı şekilde bunu fayda sağlayacağı stratejik bir konu başlığı olarak algılamak yerine, uzun vadeli hedeflerin ve politikaların geliştirileceği, hak temelli bir göç ve sığınmacı politikası için bir adım olarak değerlendirirse akılcı olacaktır. Yoksa, mülteciler için yeni güvenli limanların aranacağı zorlu yolculuklar yine ufuklarda görünecek.

*Doç. Dr., ODTÜ