"Su korunmalıdır. Su ortak mülktür. Kimse yok etme hakkına sahip değildir. Su ikame edilemez.”

Suyun bize anlattıkları

Özge Doruk

İklim krizi hayatımızı her geçen gün daha fazla etkilerken artık bir şekilde ana akım medyada da yer etmeye başladığını görüyorum. Daha çok dillendirilmesi, fark edilmesi, gündeme getirilmesi harekete geçilmesi adına kıymetli. Esasında gecikecek vaktimizin de kalmadığını belirterek geç olsun güç olmasın diyebiliriz belki.


Gezegendeki seragazlarının insan faaliyetleri sonucu son iki yüzyılda gösterdiği artışın sonucu olarak iklim krizinden bahsediyoruz. İklim krizi ile bağlantılı olarak ise bir başka kavramımız daha var: İklim adaleti. En basit haliyle toplum içerisinde halihazırda yaşanan sosyal, ekonomik, politik, kültürel eşitsizliklerin, adaletsizliğin iklim değişikliğinin sonuçlarıyla da yüzleşirken aynı şekilde karşımıza çıkmasıdır. Küresel Kuzey olarak bahsettiğimiz ülkelerin iklim krizindeki tarihsel sorumlulukları çok daha fazla bkz. İngiltere, ABD, Fransa vs. ama bununla birlikte iklim krizinin sonuçlarından da küresel güney dediğimiz ülkelere (Haiti, Etiyopya, Kamboçya vs.) oranla bir o kadar az etkilenecekler. Çok yönlü bir adalet meselesi olan bu durumdan ben bu yazıda su özelinde bahsetmek istiyorum.

Vandana Shiva’nın Su Savaşları kitabında belirttiği gibi bir zamanlar müşterek olan suyun uzun dönemler boyunca kolektif yönetimle toplulukların kullanımında iken küreselleşmeyle birlikte suyun topluluk tarafından denetimi yok olmaya ve özelleştirilmesi yaygınlaşmaya başlamıştır. Su artık sadece toplulukların kullanımında değildir. Endüstriyel sistem içerisinde tarım endüstrisi yüzde 70 oranla küresel ölçekte en büyük sektörel su kullanıcısıdır. Öte yandan sanayi, enerji tesisleri, turizm sektörü vs. pek çok sektörel kullanımın yanı sıra artan nüfus ile birlikte kişi başına düşen metreküp su miktarı da giderek azalmaktadır. Şu an da kömür, doğalgaz, nükleer yakıtlı enerji kaynaklarının soğutulması için dünya çapında 400 kilometre küp su çekimi yapılmaktadır. Sıcaklıklardaki ve buharlaşma seviyesindeki artış ile birlikte soğutma çalışmaları için çekilecek su miktarında da bir artış yaşanması kaçınılmazdır. Endüstriyel su kullanımı, büyük şehirlerdeki su tüketimi, atık ve kirlilik sorunu, içme suyunun ambalajlanması ve parayla satılması tüm bu sorunlar temelinde ele almak istediğimiz kavram: Su adaletidir. Gitgide etkisini arttıracak su krizinde temiz suya erişim kimin hakkı? sorusunu da yüksek sesle sık sık sormaya başlamamız gerekiyor.

Ben bu soruyu ilk olarak kendi yaşam alanım içerisinde sormak istedim. 2020 yılında pandeminin yoğun bir şekilde gündemimizde olduğu günlerde Çanakkale’de büyük bir su sıkıntısı baş gösterdi. Küçükkuyu’daydım, çevremdeki insanlardan, arkadaşlarımdan dinlediğim ve gördüğüm içilebilir suya erişim sorunuydu. Su yoktu ve olan su da adil bir şekilde paylaşılmıyordu. Bahsettiğim bölgenin özellikle de turistik bir coğrafya olmasından mütevellit su dağıtımı ilk olarak oteller üzerinden gerçekleştiriliyor akabinde ise bölgede yaşayan, tarımsal üretim yapan insanlara kalıyorsa eğer varabiliyordu.
Çanakkale bu alanda çalışan akademisyenlerin de belirttiği üzere uzun bir zaman dilimi içerisinde yağışın normal seviyesinin altına düştüğü meteorolojik kuraklık ve uzun zaman devam eden yağış eksikliği ile ortaya çıkan -yeryüzü ve yeraltı sularındaki eksilmeleri tanımlayan- hidrolojik kuraklık riski altında olan bir şehir.

Mevcut sistem içerisinde su sıkıntısından doğan kriz ise yaşanan bu adaletsizliği derinleştiriyor. Ekolojik hak savunucuları, yerel direnişçiler; bölgedeki madenlere, termik santrallere, ekolojik yıkım projelerine karşı canla başla mücadele ederken ana argümanlarından da biridir, su. Çanakkale’nin tek içme suyu olan Atikhisar Barajı’nın yakınındaki Kirazlı Altın Madeni mücadelesi burada zihinlere gelebilir ilk örnek olarak. Mücadele alanında daha çok bildiğimiz bu sektörlere karşın fark etmekte daha çok zorlandığımız bir alan var: Turizm sektörü. Daha masum görünen bu alan özellikle de Çanakkale gibi turizm faaliyetlerinin sezon sezon yoğunlaştığı şehirlerde ciddi adaletsizliklere sebebiyet veriyor. Kentin taşıma kapasitesini geçen tüketim odaklı insan nüfusu su varlıklarını tabiri caizse sömürüyor. Yazlık temalı havuzlu siteler, oteller bölgenin su kıtlığına elverişli coğrafyası için uygun değil. Doğanın estetikleştirilmesi teması olarak görebileceğimiz kültür çimleri, bölgenin habitatına uygun olmadığı gibi yoğun bir şekilde su tüketimine sebep oluyor. Tüm bunlar bir yana bölgede çiftçilik ile geçinen insanlar ise susuzluk sebebiyle ürünlerini kaybediyorlar. Suyun kullanımı ve dağılımı üzerine pek çok devlet kurumunun söz söyleme hakkı var. Bu durumu daha da karmaşıklaştırıyor. Bununla beraber yerelde yaşayan insanların ise kendi faydalandıkları su varlıkları üzerine karar vermeleri zor. Bildiğimiz merkezileşme - yerelleşme sorunu.

Çıkış noktası tam da bu sıkıntılarla şekillenen bir rapor üzerine çalıştım. Suyun Bize Anlattıkları - Çanakkale’de Su Adaleti Üzerine isimli bu çalışma su adaleti meselesine genel bir bakış sunuyor. Burada bahsettiğim konulara çok daha detaylı bir şekilde ulaşabilirsiniz. Raporla eş zamanlı olarak çekimlerini gerçekleştirdiğimiz bir belgeselimiz de var. Felat Erkozan’ın yönetmenliğini üstlendiği Troas’ta Suya Dair belgeseli. Önümüzdeki sene içerisinde gösterimlerine başlayacak. Temennim her bir konu üzerinde çok daha yoğun çalışabilmek, hep beraber. Bu mesele hepimizin meselesi. Canlı ve cansız tüm varlıklar olarak birbirimize bağlıyız. Ekosistemin temel döngüsünün sadece bir parçası olduğumuzu unutmamak dileğiyle. Su adaleti meselesini Vandana Shiva’dan bir başka alıntı ile tamamlamak istiyorum.

Toplulukların Çevre Hakları
Bildirgesi
su doğanın armağanıdır.
su yaşam için vazgeçilmezdir.
yaşam su aracılığı ile birbirine bağlıdır.
temel ihtiyaçlar için su serbest olmalıdır.
su sınırlıdır ve tümüyle tüketilebilir.
su korunmalıdır.
su ortak mülktür.
kimse yok etme hakkına sahip değildir.
su ikame edilemez.