Arjantinli kadınlar mücadelelerini “gerçek güçler”e karşı verdiğini söylerken yaşamlarımızı, hayatlarımızı, geleceğimizi çalan; eşitsizlik ve sömürüyü yaratan hâkim toplumsal ilişkiler bütününün bir parçası, kurucusu ve uygulayıcısı olarak iktidarları ve iktidarların elinde bulundurduğu yasal, ekonomik, askeri ve dini-kültürel gücü işaret ediyordu.

Tahayyül

HANDE GAZEY

Italo Calvino’nun Palomar romanının hemen başında, roman kahramanımız Palomar, kumsalda dalgalara bakıyor, daha doğrusu tek bir dalgaya bakmak istiyor. Uzakta bir dalganın yükseldiğini, biçim ve renk değiştirdiğini, kendi üzerine dolandığını, kırıldığını, yok olduğunu, geriye döndüğünü görüyor. Ama bir şeyi daha fark ediyor, Bir dalgayı, kendisinin hemen peşinden gelen ve onu itiyormuş gibi görünen ve kimi kez de yetişerek onunla kaynaşan dalgalardan da, kendisinden önce gelen ve ona doğru dönen dalgalardan da ayırt etmek imkânsız. Ki gözlemin içerisine günün saati, esen rüzgârın şiddeti ve yönü girdiğinde bütün gözlemleri mahvoluyor. Niyeti tek bir dalgadan bir model tanımlamak. Dalgaların devinimi karşısında bu gözlemin imkânsızlığını anlayan Palomar eve dönüyor...

Yok, biz kıyıda değiliz, kıyıda olsaydık belki üzerinde durduğumuz -ya da birlikte hareketlendiğimiz- dalganın yükselişini ve renk değişimini ve elbette kendisinden önce gelen ve ardından gelen dalgalarla karşılıklı ilişkisini izleyebilirdik. Oysa kıyıdan bakmadığımız için o dalga var. Denizin bir zaman diliminde, attığımız kulaçların, rüzgarın, günün, güneşin, kumun, birbirinin üzerinde yükselen ve kaybolan dalgaların meydana getirdiği dalgadan söz ediyorum... Denizin bazı zaman diliminde tüm bunların birleşiminin tsunami yarattığını bilerek...

Roman kahramanımızın bu hikâyesinden bize bir son yerine bir başlangıç cümlesi gelsin. Palomar gibi tek bir dalgayı ayrıştırarak izlemeye çalışmak, günü, güneşi, rüzgarı, akıntıları göz ardı etmek denizde devinmekte ya da kıyıya vuracak olana dair bir açıklamaya kavuşmamızı sağlamayacak... Tıpkı, neoliberal sistemin siyasal, ekonomik, toplumsal bir kriz içerisinde olduğu tarihin bu dönemecinde, toplumsal cinsiyet, sınıfsal eşitsizlik gibi çeşitli baskı ve sömürü biçimlerine karşı yükselen mücadeleleri tek tek ayrıştırdıktan sonra ilişkilendirilerek incelenmeye çalışmanın birbirleriyle ilişkileri sayesinde aldıkları mevcut hallerini ve bir tarihsel dönemin izlerini taşıdıklarını gözden kaçırmak anlamına gelmesi gibi... Tarihsel olarak özgül bir yapının ve ilişkilerin varlığı başka bir toplum tahayyülünü de mümkün kılan şey.

Eh, biz sadece dalgaları gözlemlemiyoruz, aynı zamanda tam da içerisinde ve oluşumundayız. Hangi rüzgâra, hangi akıntılara karşı atıyoruz kulaçlarımızı... 2010 sonrasında yükselen isyan dalgasının en önemli dinamiği kadınların mücadelesi idi. Bu isyan çok genel bir ifade ile neoliberal sistemin yaşadığı ekonomik, siyasal ve toplumsal krize karşı yükseliyordu. İsyanın radikal bir alternatife dönüşemediği noktada sistem devamlılığını neofaşizmin yükselişi ile sağladı. Çarpıcı biçimde neofaşist iktidarların kurucu temellerinde, neoliberal yöntemler ve gericilikle kadınların yaşamlarına, haklarına, bedenlerine ilişkin bir denetim ve saldırı ortaklığında inşa edilen yeni bir toplumsal cinsiyet rejimi mevcut. Arjantinli kadınlar mücadelelerini “gerçek güçler”e karşı verdiğini söylerken yaşamlarımızı, hayatlarımızı, geleceğimizi çalan; eşitsizlik ve sömürüyü yaratan hâkim toplumsal ilişkiler bütününün bir parçası, kurucusu ve uygulayıcısı olarak iktidarları ve iktidarların elinde bulundurduğu yasal, ekonomik, askeri ve dini-kültürel gücü işaret ediyordu. Bu gerçeğin ifadesi, tam da bu iktidarları hedef alan devrimci bir feminist politikanın kaçınılmazlığını ortaya koyuyor. Ve tersinden bugün yükselen neofaşizme karşı devrimci bir alternatifin feminist politikaya ihtiyacını.

Dünyanın tüm kıyılarını sarsan bir dalganın bizim yarımadamızı sarsmaması söz konusu değil. Bu dalganın bizim coğrafyamızdaki yükselişi siyasal İslamcı AKP iktidarına karşı özgürlük, demokrasi ve laiklik talepleriyle oldu. Belki de iktidarın siyasal İslamcı karakteri, haklarımız ve yaşamlarımızı kuşatan toplumsal ilişkiler bütününün niteliğini belirleyen temel nokta, bu tarihsel dönemeçte evrenselin içerisindeki özgüllüğünün ağırlık noktası. Dolayısıyla kurtuluş ve özgürlük mücadelemizin karakteristiğini belirleyenin bu olduğunu ve tam da bu yüzden laiklik mücadelesinin bugün “gerçek güçler"e karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçası olduğunu ifade edebiliriz. Siyasal İslamcı AKP iktidarı, yaratmak istediği toplumsal dönüşümü kadınların hayatlarına, haklarına ve hatta varlıklarına saldırı temeline oturttu. Ne yazık ki mücadelenin hedefi olarak iktidarın cisimleşmesi bile Türkiye’de feminist hareket açısından hayli zaman aldı. AKP’nin gerici politikaları, eğitim sisteminden yasalara kadar attığı tüm adımlar nihayetinde kurulan tek adam rejimine giden yolda yükselen direniş dalgası laiklik, aydınlanma ve özgürlük talepleri ile gelişirken kadınların yaşam mücadelesi ile buluştu. Belki de zirve noktasını 2017 referandumunda gören bu buluşma, siyasal islamcı iktidarın Türkiye’de yaratmak istediği karanlık dönüşüme karşı direniş barikatıydı. Kaçınılmaz olarak bu barikatın en çok saldırıya uğrayan ve yaşamsal bir direniş gerçekleştiren unsuru kadınlar oldu. Bu buluşma ve kadınların yaşam direnişi, toplumsal alanda feminist politika için bir kanal yarattı. Önemli bir dönemeci aştık. Failin tespitinin ardından karakterinin ve tüm kamusal ve toplumsal yaşamı bu bağlama yerleştirmeye dönük gücü elinde bulundurduğunun tespiti de mücadelenin kendisi açısından büyük önem taşıyor.

Çok gerilere gitmeye gerek yok, salgın koşullarında kadınların durumlarına ilişkin hazırlanan tüm raporlar kadına yönelik şiddetin, kadın yoksulluğu ve işsizliğinin arttığına, kadınların bakım yükünün artışına, sağlık hizmetlerine ulaşımlarının kısıtlılığına ve bedensel ve ruhsal sağlıklarının bozulduğuna dikkat çekiyor. Pandeminin derinleştirdiği en önemli krizlerden biri toplumsal yeniden üretim emeğinin hayatiliği ve değersizleştirilme düzeyinin aynı anda bu denli görünür hale gelmesi idi. Bu koşullar altında dahi kadınların mücadeleyle kazandığı hakların ‘milli ve manevi değerler’e aykırılık adı altında saldırıya uğraması, toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının ilga çabası, çocuk istismarcılarının ve kadın katillerinin affedilmesi, iktidarın her fırsatta eşitsizliğini derinleştirecek, erkek şiddetini meşrulaştıracak fetva ve uygulamalarının varlığı söz konusu.

Gün bizim!

Tüm bunlara ‘hayır’ diyen kadınların sesi her geçen gün çoğalıyor. Dayanışmamızın ve mücadelemizin sonucu olarak... Hayır diyen sesleri bir araya getirmenin, bu ‘hayır’ı bir hayale taşımanın yollarını tartışmak büyük önem taşıyor.

Güneş bizim!

Feminist mücadelemizin geri dönüşü yok sloganı, toplumu, bu yoksulluk, baskı, eşitsizlik ve gericilik karşısında yeniden kuracak bir tahayyülün işareti. Bu tahayyül, 8 Mart’a giderken, sol ve devrimci bir feminist politikayla bir arada olduğumuzda değiştirecek gücümüzle mümkün!