Tante Rosa’nın kendine dediği gibi: I love you ya ne sandın?

SENEM TİMUROĞLU
Dr. Öğretim Görevlisi

Dünya sistemi, kadınların karşılık almadan verdiği cinsel, fiziksel, zihinsel ve duygusal emek üzerine kurulmuştur. Bu patriyarkal sistem köleci, feodal ve kapitalist hallerde çağlar boyu değişime uğrayarak, ama kendini sürekli yenileyerek ve yeniden üreterek sürmüştür. Bugün hala dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar, yüzyıllardır küçüklüklerinden itibaren, bu sistemin yürümesi için, kendilerine kendi dışındakilere hizmet etme görev bilinci aşılanarak yetiştirilmektedirler. Gerek atalardan aktarılan gelenek ve görenek mirasıyla, masal, atasözleri, deyişlerle, gerek oyuncaklar ve çizgi filmlerle, kız çocukları ev içi hizmet, çocuk ve yaşlı bakımı konusunda görevli olduklarına inandırılmış, kendinden önce başkasını düşünmenin, fedakârlığın, karşılıksız sevginin yüceltildiği, değer yargıları ve inanç kalıplarıyla donatılmışlardır. Böylece henüz çok küçükken bu görevleri içselleştirmiş, olağan, olması gerekenmiş gibi algılayarak büyümüşlerdir.

Dolayısıyla bu toplumsal sistemde bir kız çocuğunun benlik gelişimi ilişkisel yani başkalarına odaklı gelişebilir. Farz edelim çoğunluktan farklı bir ailede yetişse bile, çevresi, etrafı bu kültürel kodların beklentisi içerisinde kız çocukları üzerinde bir baskı oluşturacaktır. Bu algıyla dünyaya bakmaya başlayan kız çocuğu kendine odaklanamadığı için kendini tanımakta zorlanır, büyüdüğünde kendi kararlarını vermekte, kendi seçimlerini yapmakta kendine güvenemeyebilir. Kendini tanıyamadığı için kendini sevemez; dolayısıyla aklını, bedenini, duygularını iradesini başkalarına teslim etmiş, özgür bir “birey” olmaktan uzak, başkaları tarafından güdülen, kendini sevemeyen, kendini bilmeyen bir varlığa dönüşme olasılığı artar. Zaten istenen de budur. Bir kadın, kendini düşünmemeli, kendini var etme yolculuğuna çıkmamalıdır. Görevi birey olanın, iradeye sahip kişinin, ailenin reisi olanın yani erkeklerin ayrıcalıklı olduğu topluma iyi evlat, iyi eş ve anne olarak hizmet etmektir. Böylece karşılık beklemeden, itiraz etmeden kolayca sömürülebilir, suistimal edilebilir, kullanılabilir.

Son yıllarda dünyada kadınlar artan bir oranla yaşam haklarına, kendilerine sahip çıkma bilincine ulaşmaya, sömürülmeye itiraz etmeye, zorbalığa katlanmamayı seçmeye başladı. Kuşkusuz bu farkındalık ve uyanışta feminist hareket ve düşünsel birikimin katkısı, etkisi çok büyük. Feminist bilinçlenmenin önemli ayaklarından biri kişisel güçlenmedir. Kadınların kişisel güçlenmesi son derece politik bir direniş pratiğidir. Feministler ikili ilişkilerde başlayan iktidar ilişkilerini masaya yatırıyor. Ve kadınlara uygulanan çok incelikli şiddet biçimlerini tespit ediyor. Bu şiddet biçimlerinin meydana çıktığı ilk alan çoğu kez geleneksel kadın/erkek rollerini pekiştiren, yeniden üreten romantik ilişkiler. Aşk anlayışımız ve deneyimimiz, topluma, politik, ekonomik, dini aygıtlara sinmiş toplumsal cinsiyet ideolojileri tarafından şekilleniyor. Dolayısıyla Aşk bir ataerkil ideoloji olarak karşımıza çıkıyor.

Kadınların birey olarak görülmediği, saygı görmediği, nesneleştirildiği, kadınlardan nefret edildiği bir toplumsal ortamda “aşk”ın tanımı nedir? Aşk gerçekten var mıdır, bu ortamda farklı/özgün bir aşk yeşerebilir mi?

Tüm bu sorular üzerine düşünülmeli; ama bir kadının kendini merkeze alması, kendiyle yalnız zaman geçirmesinin, kendisiyle temasta olmasının, her şartta ilk önce kendisini düşünmesinin ikili ilişkilerden topluma uzanan bir dönüşümü gerçekleştirebileceğini görebiliriz. Burada kendini düşünmek, çıkarcı ve bencil olmakla karıştırılarak, kötü bir halmiş gibi algılanıyor. Oysa kendini düşünmek, bakışlarını başkalarından kendine döndürerek, kendi üzerine düşünmek, kendini keşfetmek, tanımak, izlemek, farkında olmak anlamında. Bir kadın kendini farkında olarak yaşadığında, hislerini görebildiğinde, ruhunu duyabildiğinde, kendi için, kendi bedeni ve ruhunun onuruna yakışır hareket edecektir. Böylece sezgileri ve hislerini güvenerek takip ettiğinde, kendi sesini ve yolunu bulduğunda, kendinden memnun olacaktır.

Kadınların kimseye borçlu olmadığını bilerek, suçluluk duymadan, hiçbir şey yapma zorunluluğu olmadığına emin olma hissiyle hareket etmelerinin, kendilerine karşı özsaygıyı doğuracağı, ardından özsevgi ve özgüvenin geleceği aşikâr. Kadınlar kişilik haklarını, benliklerini korumayı, sınır çizmeyi, istemedikleri durumlar için hayır demeyi, toplumun terazisinde “kötü” olmaktan korkmamayı, kendi arzularına, hislerine, beden ve ruhlarına sadık kalmayı, başkalarıyla anne/babaları dâhil her türlü ilişkide sınır belirlemeyi deneyimlemeye başladı. Artık ilk aşkı kendileriyle yaşamanın ölüm/kalım meselesi olduğunu fark ediyorlar. Zira yaşayan ölü olmaktan, “ben de varım” demenin, yaşam neşesi ve sevincini tadıyorlar. Bu, kadınların özgürce var oluş yolculuğudur. İşte o zaman kendileriyle çıktıkları yolculukta, yolun bir aşamasında kendilerine saygı duyan, eşit bir ilişki kurabilen bir yoldaşla karşılaşma ihtimali var. Bu ilişki, kendinizi bulacağınız, var edeceğiniz, potansiyelinizi gerçekleştireceğiniz bir deneyim alanı olacaktır. Diğer türlüsü maalesef harcanmış bir ömür olmaktan öteye gidemeyebilir, aman dikkat. Ve yalnızlık çoğunlukla söylendiği gibi kötü değildir; tam tersi kendine kavuşma, nefes alma, güçlenme kapısıdır. Clarissa P. Estes’in sözleriyle bitirelim: “Benim için yalnızlık daha çok kendimle birlikte her yere taşıdığım ve ihtiyaç duyduğumda etrafıma açtığım katlanmış bir orman gibidir” (329).