Bugün yoksullukla mücadele eden ülkelerin ortak özelliği geçmişte birer sömürge olmalarından ileri geliyor. Sömürgecilik, toplumların kuşaklar boyunca çekecekleri acıların temelini oluşturuyor. Zanzibar bunu gözlemleyebileceğiniz çok uygun bir çalışma alanını oluşturuyor

Tanzanya gözlemleri -2: Mutluluk masalları

Deniz Bağrıaçık - Sosyolog

Paris’i sular götürüyor ve ben sanki bir aşk ilişkisine ara vermek ister gibiyim. Paris’e kırılmışım, onun haberi yok tabii, her zamanki gibi omuz silkiyor. Daha önceden ayarladığım taksiye biniyorum. Fakat ikinci bir sürpriz beni bekliyor, havalimanında arızalanan sistemlerden dolayı Charles de Gaulle Havaalanı neredeyse kapanmış, bavullara elle yazılıp etiketler konuluyor. Derin nefes, İstanbul aktarmasını kaçırmazsın diyorum. Bugüne kadar hayatında uçak mı kaçırdın ki, buna da son dakikada olsun yetişirsin diyorum. Hayatın başka planları ile kendimi annemlerde buluyorum nitekim uçak kaçıyor ama dünya durmuyor. Ertesi gün Sahra Çölünü geçmeyi başarıyorum. Sabaha karşı 3 artık Dar es Salaam’dayım.

Büyükelçiliklerin, çoğunluğu Hintli ve Arap varsıl ailelerin oturduğu Peninsula’ya doğru sabaha karşı ilerlerken, havalimanından şehrin içine doğru gelen yolda fazla bir farklılık göze çarpmamasını yadırgamıyorum. Egzotizm düşlerinden hiç haz etmediğimden bir farklılık aramıyor gözlerim, farklılığı aramaya çalışmak, onları diğerleri gibi görmek anlamına geliyor. Herhangi bir yere arabasız ulaşmak pek kolay değil. Havanın sıcaklığı bisiklete pek imkân vermezken, beyaz bir kadının tek başına özellikle çantasıyla pek de güvenli değil. Ciddi bir çatışma sorunu olmamasına rağmen, güvenlik son derece önemli bir sorun. Beyazlara ise, svahili dilinde “Mzungu” deniliyor. Yani Mzungu bir kadın olarak maalesef çok da özgür değilsiniz. Neredeyse dört aya yaklaşan sürede başıma herhangi bir şey gelmediğini belirtmeliyim. Fakat son dönemde yaşanan, öldürmeli gasp olaylarının en önemli nedeni ise ülkedeki bozulan ekonomi olarak görülüyor. Bozulan ekonomi denilince, baş sorumlu hükümet olacağından, yerel halkla ufak ve son derece hevesli siyasi sohbetler yapmaya başlıyorum. Tanzanya’nın Cumhurbaşkanı John Magufuli ve onun hakkında sorular yöneltiyorum. Özellikle Sahara Altı Afrika’yı değerlendirirken, yolsuzluk ve rüşvetin birçok ekonomik sorunun kalbinde olduğunu fark etmek gerekiyor. Halk, cumhurbaşkanından memnun gibi. Gençler onu destekliyor, eğitim ve sağlık hizmetlerinin ücretsiz olduklarını söylüyorlar, ülkede yolsuzluğun sona ereceğinden bahsediyorlar. Fakat günler ilerledikçe, üniversitede görüşme yaptığım farklı alanlardaki öğretim görevlileri ve ekonomistler ise Magufuli ile ilgili sorularımı “evet evet” deyip geçiştiriyorlar. İş dünyası ise alçak sesle ne kadar şikâyetçi olduklarını belirtiyor. Baskıcı rejiminden söz ediliyor. Geçen sürede bir sürü yabancı iş izninden dolayı geri dönüyor. Birçok yatırımın durduğu bir dönem olarak görülüyor. Fakat nesnel olarak belirtmem gerekiyor ki, cumhurbaşkanı hakkında tam olarak yorum yapabilmem için daha derinlikli bir araştırma gerekiyor.

Zaman ilerledikçe, Tanzanya beni çok şaşırtmıyor fakat beni başka birisine dönüştürüyor. Bu içimdeki değişim hikâyesinin en büyük dişlisini döndüren şüphesiz, bir on yıldır düzenli olarak yaptığım akademik okumalardaki raporların, sayıların ete tırnağa bürünmüş hallerini karşımda görmek oldu. Aşırı yoksulluktan tutun da, kadın-erkek eşitsizliğinin tüm içler acısı sonuçlarına kadar, tüm sayılar, yüzdeler karşımdaydı ve orada öyle durup sessizce bana bakıyorlardı. Bu kez sayılardan bahsetmek istemiyorum çünkü kelimelerin aksine bu kez sayılar kifayetsiz kalıyor. Acının bir rakamı yok ama kokusunu, izbe evleri, çamur içindeki mahalleleri, elektriksizliği, susuzluğu kısacası çok boyutlu yoksulluğun her halini görüyorum. 14 yaşında albino annesine bakmak için çalışmaya giden bir kız çocuğunun iki aylık 5.000TSH yani 2,5 dolarlık ücretinin verilmeyip tecavüze uğrayınca kucağında bebeği ile kaldığı yetimhaneyi, yetimhanede kalan çocukların aslında var olan ailelerin nasıl da çocuklarını yoksulluktan dolayı göndermek zorunda olduklarını, babalar vefat edince kadınların çaresizliğini, sıtmadan halen ölündüğünü, bir annenin hangi çocuğunu besleyeceğine karar vermesine şahit oluyorum. Peki nasıl bu kadar yoksul kalmışlardı?

Bugün yoksullukla mücadele eden ülkelerin ortak özelliği geçmişte birer sömürge olmalarından ileri geliyor.

Sömürgecilik, toplumların kuşaklar boyunca çekecekleri acıların temelini oluşturuyor. Zanzibar bunu gözlemleyebileceğiniz çok uygun bir çalışma alanını oluşturuyor. Öncelikle tarihi olarak korunan sömürgeciliğin izleri ve adanın hüzünlü hissi bunu çok iyi anlatıyor. Şeker, tütün, pamuk, keten hammaddeleri için “Üç Köşeli Ticaretin” nasıl da insanları köleleştirdiğini ve bu köleliğin korku duvarlarının halkın damarlarına nasıl işlediğini gözlemleyebiliyorsunuz. Avrupa’nın birikmiş kapitali nereden geliyor diye daha sık sormak lazım ama sanmayın ki Avrupalılar bu konuda yalnız, köleleri temin eden Arap köle tüccarları ve Afrikalı idareciler büyük kötülüğün mimarlarından. Zenginliği, kaliteli iş gücü, söküp alınmış kuşakların bugün halen kalkınamaması hiç de şaşırtıcı değil. Türk-Amerikan ekonomist Daron Acemoğlu ve Harvard Üniversitesi’nden siyaset bilimci James A. Robinson, Ulusların Düşüşü: Güç, Refah ve Yoksulluğun Kökenleri adlı kitabı son derece güzel bir biçimde, sömürgeciliğin sonuçlarını açıklıyor.

Toplumsal travmanın derinliğini anlamak için şöyle düşünün, Tanzanya ve Zanzibar’ın bağımsızlıklarına kavuşmaları 1964 yılını buluyor. Babam 1954 doğumlu ve o bir köle olarak doğabilirdi. Eğitim, sağlık gibi temel hakları olmayan bir geçmişin nasıl bir gelecek yaratabileceğini düşünebiliriz ki? Nesiller boyunca sürecek travmaların izlerini gündelik hayatta görmek mümkün. Travmalar fiziksel darbeler kadar, yaşanan duygusal sarsıntılardan da oluşuyor. Fakir ama mutlular mı diye aradığımız sorunun cevabını başka bir açıdan düşünebiliriz. Bunca acının, yoksulluğun ve eşitsizliğin içinde, batılı post-modern insanın anladığı bir anlamda mutluluğun yanıtını arayabilir miyiz? Bazı görüşmelerde öylesine çelişkili cevaplar aldım ki, klinik depresyonda olduklarını sıklıkla düşündüm. Hayatlarının çok zor olduğunu, mücadele etmekten yorulduklarını dile getirip kim bilir belki de kendi inançlarınca “Allah’ın gücüne gitmesin diye” mutlu olduklarını ifade edenler oldu. Fakat bazı sözleri unutamıyorum ve arada yalnız kaldığımda düşünüyorum: “Hayata geldiğime hiç mutlu değilim, her günüm sıkıntı ile geçiyor, her günüm, anlıyor musunuz?” Tüm bu sözlerin, yaşanılan mutsuzluklar nesilden nesle geçiyor ve bu travmalar beyinde ciddi hasarlara yol açabiliyor. Daniel Amen’in 83 bin beyin üzerinde MR’larla gerçekleştirdiği araştırma sonuçlarını anlattığı TEDX konuşmasını şiddetle dinlemenizi öneriyorum.
Evet, tüm bu gördüklerim, kalbimin tam da orta yerinde bir şeyleri değiştirdi. Hatta bu değişimi öylesine içten hissediyorum ki, bu satırları yazarken durup sağ elimi kalbim üzerine götürüyorum.

Üstelik, bu durum, sıradan bir halime şükretme isteği değil aksine bana çekirdek değerlerimi ve bu hayatta neyin hakikat, neyin değerli olduğunu bir kez daha anlattı. Hiç tanımadığınız insanlara karşı koşulsuz bir sevgi hissedebilmek insanı korkusuz kılarken, bağımsızlık ve işbirliğinin olağanüstü cazibesi ve ailenin değerini yeniden keşfetmek beni hiç olmadığım kadar mutlu etti. Zannedersem mutluluk biraz anlam değiştirdi.

Haftaya bu satırlarda kavuşmak üzere!