Taraf yazarı, PKK-hükümet görüşmeleri medyaya düşünce, bu türden dinleme ve kayıtların yayınlanmasına ağır cezalar...

Taraf yazarı, PKK-hükümet görüşmeleri medyaya düşünce, bu türden dinleme ve kayıtların yayınlanmasına  ağır cezalar getirilmesini istiyor; ayrıca, bunun hükümeti zor duruma düşüreceğini, millî menfaatlere aykırı olduğunu söylüyor.

Yazarın kafasında, hükümetin çıkarıyla ‘millî menfaat’ özdeş; suçun ölçütü, hükümetten yana olup olmamak. Gerek yasadışı kayıtları, gerekse yasal kayıtları yasaya aykırı şekilde yayınlayanlar en başta kendileri ve bu yayınlar üzerinden en iddialı davalar açıldı, toplama kampları kuruldu; ama, ne güzel hiç utanmıyor.

Başbakan da, PKK’yla görüştüğümüzü iddia eden şerefsizdir demişti; onun utandığına dair de hiçbir emare yok; ama kendisi zaten “ben, sana sen demiyorum” diyebilen; daha da önemlisi, kendisine “bu, ne biçim cümle böyle, bu” denemeyen bir kişi.

Olay ilk ortaya çıktığında, yandaş medya, haberi ya hiç görmüyor, ya kenara köşeye atıyor: Çok ayıp; yani, utanılacak şey. Esas önemlisi, merkez medya dedikleri de başbakanı utandıracak, hükümeti zor durumda bırakacak mahiyetini es geçerek verebiliyor; zira, korkuyor; ama, ne yapsın: Çok yazık.

Sınırsız derecede keyfî, daha doğrusu, münhasıran başbakanın keyfine ve çıkarlarına endekslenmiş bir terör rejiminde yaşıyoruz: Deniz Feneri’ne sardı diye, Doğan grubu malî şantajlarla paramparça edildi, gazeteciler işlerinden edildi; savcılar görevden alındı –ki, muhtemelen yargılanacaklar da-; iktidarı zayıflatmak ise yargı kararıyla resmen suç, hem de terör suçu ilân edilip, düzinelerle gazeteci-yazar-yayıncı zindana atıldı, hücreye kapatıldı.
Oslo pazarlıklarına atıfla, yandaş diyor ki, meselenin müzakereler aracılığıyla demokratik yoldan çözmeye çalışmak aslında iyi bir şey. Birincisi, halktan tümüyle gizlenen, ayrıca resmen inkar edilen, tarafları müdahil ve aracıları kimdir tümüyle meçhul bir süreç nasıl oluyor da demokratik oluyor; hele ki gizli görüşmeci, inkarcı ve hakaretçi bir iktidar, muhatap olarak silahlı güce sahip olanları alıp, buna karşılık, legal siyaset alanını ırkçı-ayırımcı-bölücü düzenlemelerle iyice daraltır, sivil siyasetçileri de tümüyle hukuka aykırı bir biçimde kıyasıya cezalandırırken: Gerek özel yetkili mahkemeler, gerekse TMK, hem varlıkları hem de uygulamaları itibariyle hukukun evrensel kuralları dışında işleyen engizisyon hortlaklarıdır; zira, her şey bir yana, somut fiil karşısında sonsuz derece esnek bir suç anlayışını temel almaktadırlar.

Aslında her şeyin özeti şu: Son on yıl ve Dünya’nın yüzde yetmişi itibariyle her üç terör hükümlüsünden biri Türkiye’de; 35 bine 12 bin; bir buçuk milyarlık ve de otoriter/totaliter Çin’de ise 7 bin kişi; kısacası, ya Dünya terör nedir, onu bilmiyor ya da biz her bir şeyi terör sanıyor/sayıyoruz; ki, bu ikincisi doğru ve de bunun altında çok alçakça bir manipülasyon yatıyor.

Terör, tam tamına dehşet, terorizm ise tedhiş (hedefine ulaşmak üzere etrafa dehşet salma) anlamına gelir ve bu kelimeler aşağı yukarı yarım bin yıldır dilimize yerleşmiş bulunmaktadırlar; ama, ne olursa olur, son 20 içinde, önce resmî metinlerden, sonra da gündelik dilden kovulup Batılı karşılıklarıyla ikame edilirler ki, her hangi bir Batılı, terorist ve terorizm derken işin temelinde mutlaka ve mutlaka ‘insanları dehşete düşürüp yıldırmaya yönelik bir şiddet eylemi’ bulunduğunu doğrudan doğruya anlarken, Türkçe kullanan insanlar yüzlerce yıldır sahip oldukları bu imkandan kısa sürede mahkûm kılınıp, ülkedeki egemenlerin kendi işlerine gelmeyen her şeyi ‘terör suçu’ ilân etmeleri şeklindeki alçakça bir çarpıtma/yönlendirmenin tümüyle donanımsız avları hâline getirilmiş olurlar.
Bu noktada, hemen şunu da belki yüz bininci defa tekrar edelim ki, tedhiş kendi başına bir ideal değil sadece bir yol olduğuna, dolayısıyla herhangi başka bir hedeften bağımsız olarak sırf dehşet salmak üzere insanların örgütlenmesi de söz konusu olamayacağına göre ‘terör (dehşet/tedhiş) örgütü’ diye bir şeyden söz etmek eğer şizoitçe bir hezeyan değil ise, insanları ‘öcü’lerle terorize etmeye yönelik bir psikolojik savaş manevrasından başka bir şey değildir.
Ortaya çıkan çok boyutlu rezalete geri dönersek, yandaşlardan bir diğeri de, ‘çözüme dönük iyi niyetli görüşmeler’ diyor. Görüşmelerde amaçlanan, “ Erdoğan’ın çözüm konusundaki irade ve samimiyetini doğrudan Kürt tarafına aktarmak”mış. Müstakbel MİT başkanı, ‘siyasetteki zorluklara, muhalefete ve kabinedeki bazı bakanların aksi yönde telkinlerine karşın’ Başbakan’ın müzakerelerin devamı konusunda “samimî” olduğunu vurguluyormuş: ‘Samimî’miz, Kürdün silahlısına devlet muamelesi çekerken, silahsızını terorist diye binlerle içeri attırtan, -kendi ifadesiyle, ‘kadın, çocuk demeden’-  coplatan, gazlatan, panzerleten, kurşunlatan kişi.

Buradaki perspektif, kendi kendisini kanatmayan demokratik bir Türkiye değil, Erdoğan’ı parlatıp, kendisinden ‘Türklerle Kürtlerin Bir Sultanı’nı çıkartmak. Allah nasip eder de, bu yüce amaç gerçekleşirse, Öcalan’a da Kürdistan prensliği neden olmasın.

Bunların gerçekten ülkeye barış gelsin, artık kan dökülmesin diye bir amaçları olsa, yapılacak şey çok basit: İlk adım olarak yüzde on barajını kaldırmak; yani, insanları eşit seçme ve seçilme hakkından yoksun kılan darbeci kahpeliğini tasfiye etmek.

Ancak bütün bu karanlık numaraları tezgahlayanlar sadece kötü niyetli ve ikiyüzlü değil, aynı zamanda asgarî bilgi, kültür ve akl-ı selimin çok çok uzağındalar; ama kendilerinin katakullici, iş bitirici/bağlayıcı ‘zeka’larına müthiş güveniyorlar; işte o yüzden de Kürt meselesini çözmeyi, Ofer’le iş bağlamak zannediyorlar, tıpkı devlet yönetmeyi de şirket yönetmekmiş sandıkları gibi…

Her şeyden önce şunu bilmiyorlar -ki bu, sosyolojinin elifbasıdır: En küçük, en dar bir toplumsal grup bile salt örgütüne indirgenemez; dolayısıyla, hiçbir toplumsal sorun örgütler arası –açık veya gizli- pazarlık ve anlaşmalarla çözülemez.
 
Ancak sonuçları itibariyle çok daha vahim şu hususlar da vardır:

Bir devletin muhatabı, ancak yine bir devlet olabilir; işte bu yüzden de tam anlamıyla ve en köklüsünden bir Türkiye örgütü olan PKK ile görüşmelere girişmek, aslında Öcalan da dahil –hatta en başta kendisi; zira, klasik ulus-devletlerin insanların başına getirdiği felaketlerden kurtulmanın, bunların sayısını çoğaltmakla olmayacağını ilk anlamış olanlardan biridir-  Kürtlerin çoğunluğunun da istemediği bir bölünmeyi fiilen başlatmaktan başka bir şey değildir. Ama insanlık coğrafyasını ‘dar-ül İslam’-‘dar-ül harp’ ikilisi üzerinden okumanın ötesine geçememiş bir iktidar açısından demokrasi temelinde bütünleşmiş bir Türkiye hiç de öyle önemli değildir.

Siyasal-toplumsal bir hareketin silahlı unsurlarını muhatap alıp silahsızlarını tümüyle susturmanın, aslında silaha sarılmayı kural hâline getireceği, bunun da kan dökümünü sürekli kılacağı açıktır: Gücünü silahından alanın, en son bırakacağı şey yine silahı olacaktır. Ancak, AKP bu durumu da kendisi için bir fırsata dönüştürme hesabı içindedir: ‘Terörle mücadele’ Hopa’daki HES, Mersin’deki Nükleer, İstanbul’daki köprü-kanal karşıtlarından parasız eğitimci gençlere veya sendikal hak peşindeki emekçiye, kendisine ayak direyen herkesi terorize etmenin hem yasal, hem de fizikî temelini oluşturmaya devam edecektir.

Kısacası, Türkiye’nin en derin sorunu, tabiî ki Kürt sorunudur; ancak, bu gün itibariyle en acil sorun, AKP’nin diktatörlüğe giden yolunu kesmektir; zira, bu yolu döşeyeceğim diye Kürdün de Türkün de kanını dökmekten çekinmeyeceği ortaya çıkmıştır.