Taraftarın olmaması hafif bir burukluk yaratmış olabilir, belki pandemi olmasaydı son 1-2 maça gidecek bir kalabalık bulunabilirdi ama doğruya doğru, pandemi olmasaydı da durum pek farklı olmayacaktı aslında. Öyle ya da böyle, ilk defa taraftarı olmayan bir kulübün şampiyon oluşunu izlemiş olduk.

Taraftar olmadan gelen şampiyonluk

Banu Yelkovan

Tüm yazıyı tek cümlede özetleyerek başlamak gerekirse, pandemi yüzünden üçe bölünen bu ilginç sezonda ligimizin altıncı şampiyonu Başakşehir, kuruluşundan sadece birkaç yıl sonra şampiyonluğa ulaştı ve bu sonuçla ligde şampiyonluk kupasını kaldırmayı başaran altı farklı takımın dördü İstanbul’dan çıktı diyerek dağılabiliriz pekala.

Gönül isterdi ki yazıya bu tarihi sezonun, tarihe geçen bir şampiyonlukla sonlanması yurtta ve dünyada taraftarın coşkulu törenleriyle kutlandı diyerek devam edeyim ama hayır, öyle olmadı. İçinde bulunduğumuz pandemi şartlarında tribündeki bir avuç seyirci, yani yöneticiler ve yedek futbolcular şahit ettiler bu tarihi ana. Maç elektrik kesintisi yüzünden durmuştu ve tekrar başladığında şampiyonluk yarışındaki rakip Trabzonspor’un maçı bitmiş olduğu için son 10 dakikayı şampiyon olduklarını bilerek, değişik bir ruh halinde oynadılar. Sonunda da yine bizzat futbolcular, şampiyonluklarını saha içinde ve basın toplantısında coşkuyla kutladılar. Taraftarın olmaması hafif bir burukluk yaratmış olabilir, belki pandemi olmasaydı son 1-2 maça gidecek bir kalabalık bulunabilirdi ama doğruya doğru, pandemi olmasaydı da durum pek farklı olmayacaktı aslında. Öyle ya da böyle, ilk defa taraftarı olmayan bir kulübün şampiyon oluşunu izlemiş olduk. Züğürt tesellisi hanesinde en azından kimse kutlamalarda vurularak ölmedi yazalım bari.

Başakşehir’in aslında 1990 yılında kurulan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübü olduğunu, henüz çok yakın bir geçmişten bahsettiğimiz için hepimiz biliyoruz. Ama kendine aşırı önem atfeden bir yazar edasıyla, bu yazı yıllar sonra okunduğunda ya da 12 yaşındaki futbola meraklı küçük çocuk bilmiyor olabilir endişesiyle hikâyeyi yine de oradan başlatmak gerek, diyerek söze başlıyorum.

Belediye takımlarının pıtrak gibi her yerden çıktığı günlerdi. İstanbul’un göbeğinde, Büyükşehir Belediyesi destekli bu kulübün kurulması insanlarda, neden kurulduğunu ya da hangi amaca hizmet ettiğini bilen varsa beri gelsin tadında bir ruh hali yaratmıştı. Belediyelerin yani kâr amacı gütmeyen, gütmemesi gereken kurumların kurduğu futbol takımları genelde bu etkiyi yaratıyordu. Tabii belediyelerin takımları olabilir, ülkede hiç ilgi çekmeyen ve kimsenin dönüp bakmadığı onca spor dalı varken, amacı halka hizmet olan kurumların o sporlara yatırım yapması ve o sporu yapan gençlere müsabakalara katılmaları için bir çatı oluşturmaya soyunması, neden olmasın diyenler de vardı. Anadolu’da bir şehirde, taraftarı olan ama kaynağı olmayan bir takıma o şehrin belediyesinin popülarite ve oy uğruna yatırım yapması da anlaşılabilirdi belki ama İstanbul’da? Ülkenin en ilgi çeken sporu futbola? Bu yatırım? Hayır, doğrusu işin mantığını gerçekten pek anlayamıyorduk. Belediyelerin altyapı çalışmaları ve amatör branşlarla ilgilenmeleri gerektiğini düşündüğümüz ve profesyonel futbol ligindeki varlıklarını sorguladığımız nahif yıllardı işte.

Arkasında belediye ve herkes için kullanılması gerektiğini düşündüğümüz kaynakları olmasaydı, futbolda yapılması gerekenleri onca anlı şanlı kulübün ya da yüzyıllık Ankara, İzmir ve Anadolu kulüplerinin yapamadığını yapan İBB’yi bir yapılanma başlattığı ve kendi çapında bir futbol kültürü oluşturmaya çalıştığı için sevebilirdik aslında. Ama taraftar gruplarının en kendine haslarından biri olan Boz Baykuşlar dışında öyle kalabalık, aradığı ruhu bu takımda bulan bir kitle çıkmadı.

İBB, sonrasında Başakşehir versiyonunda daha iyi halini göreceğimiz bir şekilde, hem kulüp yönetimlerinde hem futbol yönetimlerinde Avrupai bir anlayış benimsedi; scouting’e önem verdi, teknik direktör ve başkan seçimlerinde istikrar sağladı, boş transfer pek yapmadı… En büyük sorun olan finansal zorlukları da sponsor desteğiyle aştıkları için doğal sonuç olarak da yüzyıllık birçok kulübü geride bırakmaya başladılar. İyi futbol oynamadıkları ya da altyapılarından oyuncu çıkarmadıkları için eleştirenler de vardı. Daha dün kurulmuş bir kulüpten beklentiyi bir anda 100 yıllık rakipleri çıtasına çekmek ne kadar mantıklıydı bilmiyorum. Belki belediyenin tüm şehre yayılmış tesislerini tarayıp bir oyuncu havuzu yaratabilirlerdi altyapı adına ya da “Evet belediye takımı olabiliriz ama ülkede genç futbolcuların forma giymek için hiç fırsatı yok. Onlara bir platform yaratmak istedik” gibisinden bir amaç edinebilirlerdi, ama öyle de olmadı. Diğer takımlardan artan eski oyuncuları toplayıp yanlarına eklenen birkaç kaliteli yabancıyla varlık göstermeyi tercih ettiler.

Bütün bu ahval ve şerait içinde 2012-13 sezonunda küme düşmesi bir kısım taraftar arasında büyük sevinç yarattı. Özellikle İBB’ye puan kaybetneyi bir alışkanlık haline getiren Beşiktaşlılar arasında. Düştüklerinde en fazla 300 seyirciye oynayan, stadı olmayan, belediye desteğiyle ayakta duran bir takımdı. Ertesi sene tekrar lige yükseldiklerinde, 2014 Haziran’ında adları artık Başakşehir olmuştu. Statları da, modern tesisleri de vardı.

Akılları yine de karışanlara, çıkan kısmın özeti mahiyetinde, 2012-13 sezonunda İstanbul Büyüksehir Belediye Spor Kulübü olarak sezonu 36 puanla bitirip Birinci Lig’e düştüklerini; 2013-14 sezonunu oynadıkları 36 maçta 78 puanla ligi ilk sırada tamamlayarak tekrar Süper Lig’e çıkmaya hak kazandıklarını; 4 Haziran 2014’te İstanbul Başakşehir Futbol Kulübü olarak tekrar kurulduklarını, o sezonu Trabzonspor ve Bursaspor’un önünde dördüncü sırada bitirdiklerini; ertesi sezonu bu sefer Galatasaray, Trabzonspor ve Bursaspor gibi rakiplerinin üzerinde yine dördüncü sırada tamamladıklarını; 2016-17 sezonunda daha da iyi bir performansla ikinci olduklarını, 2017-18’de Fenerbahçe ile aynı puanı alarak 72 puan ve ikili averajla üçüncü olduklarını; 2018-19 sezonunu Galatasaray’ın iki puan ardından yine ikinci sırada tamamladıklarını; 2019-20 sezonunda da son haftaya kadar Trabzonsporla çekişip bitime bir hafta kala sonunda şampiyonluklarını ilan ettiklerini söyleyebiliriz. Böyle peş peşe yazınca da az zamanda ne kadar çok iş yaptıkları ortaya çıkıyor aslında.

Tebriği hak ettikleri diğer alanlarda ilk sıraya kadro mühendisliği ve istikrarı yazabiliriz. Bu açıdan ligin en doğru takımlarından biri oldukları rahatlıkla söylenebilir. Sahada oynadıkları futbol da gelişti. Avrupa Kupalarında da özellikle bu sezon en dikkat çekici takım. Sadece mali destek ve sponsorlar konusu soru işareti. Yokluk içinde şampiyon olmuş bir Anadolu takımı değiller sonuçta. Tribünü boş bir takıma bu kadar sponsor nasıl bulunabiliyor, diğerleri neden o kadar zorlanıyor sorunu bir kenara bırakıp benzer bütçeleri çok yanlış şekilde kullanan onlarca takımın yanında en azından parasını doğru kullanmayı bilen biri çıktı diye geçiştirebiliriz bu kısmı da. Siyaset dünyasına olan yakınlığını eleştirenlere de “Diğerleri ne kadar uzak?” diye başka bir soruyla cevap verilebilir. Ülke futbolunun hiçbir yerinde olmayan mantıksızlığı Başakşehir üzerinden çözmeye başlamanın da bir alemi yok.


O paranın, en azından gelecek sezon, Şampiyonlar Ligi’nden geleceğini artık biliyoruz. Okan Buruk göreve geldiğinde hazıra konmadı, takımı tekrardan yarattı, şampiyonluk başarısını onun hanesine yazabiliriz. Ama şurası gerçek ki kendi içinde devam eden ve futbol kültürüne oldukça benzeyen bir gelenek devraldı. Oluşmasında Abdullah Avcı’nın büyük emeği olan bir futbol kültürü bu. Okan Buruk, gereken yere gereken takviye modeliyle takımı yeniledi, oynattığı futbolla da kademe atlattı. Bu yazı yazıldığı sırada da Başakşehir, Avrupa’da son yıllardaki en önemli başarılardan birine imza atmış takım özelliğini de sürdürüyordu. Gelecek sezon Şampiyonlar Ligi’nde yapacaklarını da merakla bekliyoruz. Kabul, güçlü şehir takımlarının peş peşe dizildiği, mücadeleci ve iddialı bir lig hepimizin hayali. Ama o zamana kadar tebrikler Başakşehir.