Tarazlı

YALÇIN TOSUN

“Adamda bir tuhaflık var demiştim size” diyordu Serhat. “Ben anlarım.”

Yüzü önünde, bir yandan elindeki dalı çakısıyla yontuyor, diğer yandan o adamdan, okula yeni atanan genç beden eğitimi öğretmeni Sâhi Bey’den yani, söz ediyordu.

Başını kaldırdı, daldan yonttuğu ince bir parçayı ağzının kenarına oturttu. Aşağı yukarı oynatmaya başladı. Bu hareket onun göz alıcı küstahlığını, dünyaya karşı durmaksızın kuşandığı o çocuksu savununun gücünü arttırıyordu.

İçlerinde yamuk yumuk da olsa, sakalları ilk çıkan oydu. Sesi de hepsinden daha toktu. Bunlar haliyle, oğlanların içinde en saygı, o da değilse en azından korku duyulanın o olması sonucunu doğurmuştu. Saygıyla korkuyu ayırabilecek yaşta değillerdi ne de olsa o zamanlar, üstünde yaşadıkları topraklarda çoğunluğun böyle bir yaşa hiçbir zaman ulaşamayacağını da henüz bilmiyorlardı.

Ağzının kenarındaki dal parçasını tükürdü, gözlerini etrafına dizilmiş oğlanların üstünde gezdirdi.
“Hem, Sâhi diye isim mi olur yahu!”

Sözünü bitirdiğinde o her dem uyanık uyanık bakan iri ve kara gözlerini Cahit’e dikerek öylece durdu. Serhat’ın sözünden elinden geldiğince çıkmayan, genç irisi Cahit bu işareti bekliyormuşçasına, unutulmasın diye içten tekrar edip durulan bir ezberin koynuna hızla atıldı:
“Bizim Akif’in eline dokunmuş soyunma odasında yanından geçerken, okşamış yani. Bizzat kendisi söyledi bana.”

Serhat ‘Bakın, nasıl haklıymışım gördünüz mü?’ manasına gelecek şekilde elini havada savurdu, aynı anda sinirli bir şekilde gülerek çenesini göğsüne doğru indirdi.

“Vay anasını!” dedi Baran. O meraklı gözlerini iyice açarak bir Serhat’a, bir Cahit’e çevirip duruyordu başını. Fırçaya benzeyen simsiyah saçları, düz ve kalın, tek bir çizgi çizen kaşları vardı. Bu karaltılar altında yatan parlak gözleri, meraklandığı zamanlarda daha da bir irileşiyor, duyduklarına bir türlü inanmak istemezcesine fırıl fırıl dönüyordu.

“Yaa” dedi Serhat. “Siz uyuyun oğlum, daha. Tehlike burnumuzun dibine kadar girmiş.”

Ezberini başarıyla sunmanın kıvancını duyan Cahit başını hızlı hızlı indirip kaldırarak onayladı Serhat’ı. Baran kendi kendine konuşurmuşçasına, bir ‘vay anasını’ daha çekti. Şaşırmıştı şaşırmasına, ama bir yandan inanmak istemiyordu buna. Annesinin, babasının bin bir emekle gönderdiği bu ilim irfan yuvasında böyle bir davranışın, hem de bir öğretmenden geleceğine aklı bir türlü ermiyordu.

Bir an durdu, şaşkınlığına gem vurup bir cesaret konuşmaya başladı:

“Yahu yürürken eli çarpmış olamaz mı? Gencecik bir hocadan bahsediyoruz burada. Tamam, herifçioğlunun baygın bakışlarını ben de zaman zaman üstümde hissettim. Ama belki yaratılış gereği her şeye öyle üzgün süzgün, eriyip bitiyormuşçasına bakıyordur. Türkan Şoray gibi, yani… Olamaz mı?”
Cahit bunu duyunca elinde olmadan gülümsedi. Anında Serhat’ın dik bakışını hissetti üstünde. Serhat, Baran’ın şüphelerine kızdığını belli eder bir şekilde durdu, bakışlarını başı önünde arkadaşlarını dinleyen Eren’e çevirdi.

Başından beri sessizce dinliyordu arkadaşlarını Eren. Boyu ötekilerin yanında çok kısa kalmasa da, sesi kalınlaşmakta gecikmişti. Bu yüzden elinden geldiğince konuşmamaya dikkat ediyordu. Konuştuğunda da kimse pek dikkate almıyordu zaten. Sesinde her daim taşıdığı tarazlı heyecanı kontrol edemiyordu. Hep boşa çıkıyordu çabası. Boğazının derinine yer etmiş o oyuncu rende yüzünden böyle oluyordu sanki. Rende, bir tek Eren yalnızken uykuya dalıyordu. Ayna karşısında çok denemişti; odasının o alacakaranlık, güven veren yalnızlığında, rendesiz, tırnaksız, kıymıksız, sakin bir su misali akıyordu sesi.

Uzunca bir süredir arkadaşlarının yanında durup duruyordu. Konuşmaya konuşmaya silinmiş, tozdan bir tülle örtülerek yok sayılmıştı sanki Eren. Belki de bu yüzden, o anda Serhat’ın delici bakışlarını üzerinde hissederken ne yapacağını bilemez bir halde donakalmıştı.

Sâhi Bey’i o da düşünüyordu bir süredir. Öteki öğretmenlere benzemeyen, farklı bir adamdı. Ufak tefek, davranışları ve bakışları yumuşak, sesi korkutmak için yalancı heybetler aramayan, muhlis hareketleriyle beden öğretmeninden çok dansçıyı andıran bir adamdı.

Öğrencilerin tuvaletine gelmişti bir kez Sâhi Bey; acele hareketlerle, Eren’in işemeye henüz başladığı pisuvarın yanındakine yönelmişti. Şaşırmış, ne yapacağını bilememişti Eren; öğretmenler bu tuvaleti kullanmazdı çünkü, ne de olsa kendi tuvaletleri vardı. Sâhi Bey hemen yanında, ç.künü iki eliyle kavramış bir halde sakince işerken, Eren’in çişi kaçıvermişti hissettiği gerginlikten. Bunu fark eden Sâhi Bey kafasını ondan yana çevirerek gülümsemişti. Adamın baygın bakışları aşağı doğru kaymış gibi gelse de, emin olamamıştı Eren. Utanarak hemen başını önüne çevirmişti.

Bir süre sonra ellerini yıkayıp çıkmıştı tuvaletten genç öğretmen.

Sonraki günlerde birkaç kez koridorda karşılaştığı adamın, kendisine gülümsediği sanısına kapılmış ama emin olamadığından başını her seferinde hızla başka bir yöne çevirmişti. Gene de denebilir ki, genç öğretmenin bakışlarındaki örtülü okşayışı hissetmiş, anlamlandıramadığı bir biçimde hoşlanmış ve olmadık zamanlarda hatırlar olmuştu bunu.

Şimdi belli ki, arkadaşları Sâhi Bey hakkında kendi fikrini duymak istiyorlardı ama onun ne diyeceği konusunda en ufak bir fikri bile yoktu.

Bakışlarını Eren’de bir süre daha sabitleyen Serhat zorlukla gözlerini çekti ondan. Uykudan uyanırcasına ‘Gözüm dalmış’ dedi. Muhtemelen zihni, Sâhi

Bey hakkındaki fikirlerini destekleyecek yeni arayışların peşindeydi. Çakısını usta bir bilek hareketiyle kapattı, çorabının içine soktu.

Yine kimse Eren’in fikrini merak etmemişti. Belki önemsemediklerinden, belki de konuşmayacağını bildiklerinden…

İçeri girmeleri gerekiyordu artık. Genç bedenlerinden yayılan o tuhaf kokuyu dalgalandırarak ayaklandılar. Tam dağılacakken Eren’den gelen bir fısıltı kulaklarına ilişti. Şaşkınlıkla ondan yana döndüler.

Serhat sakince “Bir şey mi dedin?” diye sordu.

Boğazını temizledi Eren. Bakışlarını tozlanmış ayakkabılarına dikti, sesini biraz yükseltmeye çalıştı.

“Tuvalette sıkıştırdı beni” dedi. “Kimse yoktu bizden başka. Hepiniz derse girmiştiniz. Bana aletini gösterdi ve dokunmamı istedi. Dilini de dudağında gezdiriyordu bir yandan. Karnına sıkı bir yumruk attım ben de. Sonra koşarak kaçtım oradan.”

Oturduğu yerde biraz daha dikleşti, kafasını kaldırdı yerden. Konuşurken ayakkabılarına bakmaktan sıkılmıştı çünkü. Arkadaşlarının fal taşı gibi açılmış gözlerinde kendi yansımasını görebiliyordu şimdi.

İçindeki heyecan durulmuştu. Şence bir şaşkınlık, kırılgan ve bir o kadar da vahşi bir zevk kıpırdanmaya başlamıştı karın boşluğunda.

Bambaşka duyuyordu kendini. Sesindeki taraz uçup gitmişti sanki. Birdenbire yoklara karışmıştı.

Giderken de yerini ince ve pürüzsüz, neredeyse kusursuz, o en eski günahtan yapılma ölüm gibi mor bir kadifeye bırakmıştı.

*Yazarın Kasım ayında yayımlanan dördüncü öykü kitabı “Bir Nedene Sunuldum” isimli kitabından bir öykü