Tarihe doğru maceralı bir yolculuk

BUKET AKBULUT

Senarist ve yönetmen kimliğiyle tanınan Emre Yalgın’ın ilk romanı Kan ve Hilal, Artemis Yayınları tarafından okurun beğenisine sunuldu. 15. yüzyılda, Osmanlı’nın yeni yeni hakimiyet kurmaya başladığı ve çoğunlukla Hıristiyan kültürünün hâkim olduğu Balkan coğrafyasında geçen roman, akıcı temposu, ilgi çekici karakterleri ve sürükleyici hikâyesiyle ilk sayfadan okuru içine çekiyor ve son sayfaya dek de bırakmıyor.

Fatih Sultan Mehmet dönemine, İstanbul’un fethinin hemen öncesine uzanan Kan ve Hilal, temelinde bir yolculuk hikâyesi olsa da bir arada yaşamak zorunda kalan farklı kültürlerin çatışması ve bu kültürlerin doğurduğu farklı mitler üzerinden bir güç mücadelesine tanıklık etmeye davet ediyor bizleri.

Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki sınır boyunu korumakla yükümlü bir sancakbeyi olarak hizmet eden Şahin Paşa’nın gözünden sakınarak büyüttüğü kızı Dilruba, sebebi ve dermanı bilinmeyen bir hastalıkla pençeleşirken bölge halkı tarafından cadı olmakla itham edilince, Şahin Paşa kızını korumak için yeniçerilerden seçtiği küçük bir grup eşliğinde Dilruba’yı dönemin payitahtı Edirne’ye göndermeye karar verir. Ancak Dilruba’yı ve ona eşlik eden askerleri yol boyunca hiç ummadıkları güçlükler ve maceralar beklemektedir. Zira bölgenin azılı eşkıyaları, özenle gizlenen bu yolculuktan haberdar olmuştur.

Yazarın sinemacı kimliği, roman boyunca kendini gösteriyor. Görsel açıdan oldukça güçlü bir malzeme sunan hikâye, hiç duraksamayan temposuyla okuru da ilk sayfadan son sayfaya dek soluğunu tutarak olayları takip etmeye zorluyor. Her biri birkaç sayfalık bölümlerden oluşan toplam elli iki bölümlük anlatı, art arda izlenen bir Netflix dizisi tadı bırakıyor ağızlarda.

Sinema dili ile roman dili arasında keskin bir fark vardır ve sizin de çok iyi senaristlerin roman olarak kaleme aldıkları iyi bir hikâyeyi oldukça yavan bulmuş olma ihtimaliniz yüksektir. Ancak Emre Yalgın’ın Kan ve Hilal’inde ilk cümleden oturmuş bir edebi üslup karşılıyor okuru. Dönemin atmosferini hakkıyla hissettiren, okuyucuları çepeçevre saran bir dil kullanımı mevcut. Yer yer eski kelimeler kullanılsa da okuru hikâyeden koparacak, akışı aksatacak ağırlıkta değiller ve metnin akışı içinde manaları kendini hissettiriyor.

Tüm bunlara ek olarak, her bir karakterin kendine has bir sese sahip olması ve metin boyunca sıkça başvurulan diyalogların canlılığı da akıcılığı besleyen bir diğer unsur. Son yıllarda Türkçe yazılmış eserlerde sıkça karşılaştığımız “doğal olmaya çalışan” diyalogların aksine yaşayan, gerçekten doğal diyaloglar karşılıyor bizi.

Osmanlı kültüründe yeri olmamasına rağmen resmi tarihi kaynaklarda kendine yer bulan cadılık kavramını hikâyenin başlangıç noktası olarak alan Kan ve Hilal, dönemin iktidar çatışmalarından, inançlarından ve mitlerinden beslenen geniş bir alana yayılıyor.

“Günün ilk ışıkları dağların arkasından kendini göstermeye başlarken sabah namazı çoktan kılınmış, kılıçlar, hançerler ve baltalar bilenmiş, atların nalları yenilenmiş, su mataraları doldurulmuş, eyerlerin arasına peksimetler ve kurutulmuş etler sıkıştırılmıştı. Kafile, yolculuk için neredeyse hazırdı,” diyerek pek çok sırrın çözümüne giden zorlu bir yolculuğun başlangıcını yapan Kan ve Hilal anlatıldığı döneme dair incelikli bir araştırmanın ve içten bir anlatma tutkusunun ürünü olduğunu her satırında hissettiriyor.