Çiftçilerin izin almadan üretim yapamayacağını söyleyen bakanlık, böyle bir politika değişikliği için çiftçinin onayını almış mıdır?

Tarım-gıda siyasetinde piramidi tersine çevirmek gerek
Fotoğraf: DepoPhotos

Fatih Özden

Geçtiğimiz günlerde Altılı Masa'nın açıkladığı Mutabakat Metni’nde, 9 sayfalık tarım bölümü dokümanın en uzun başlığı oldu. Konunun öneminin farkına varılmış olması açısından olumlu olsa da bu başlıkta taahhüt edilen maddeleri incelediğimizde aynı bakışı sürdürmek pek mümkün değil. Bu maddeler içinde kısmen olumlu denilebilecek politika başlıkları bulunsa da tarımın mevcut kriz haline çözüm üretebilecek paradigmatik değişimin uzağında kalıyor. Giménez ve Shattuck mevcut tarım-gıda sistemi içindeki eğilimleri; odaklanılan meseleler, önerdikleri modeller, gıda krizine yaklaşımları gibi konular bakımından neoliberal, reformist, ilerici ve radikal olmak üzere dört grupta inceler. Bu çerçevede bir değerlendirmeyle Mutabakat Metni'nin tarım maddelerinin büyük bir bölümü neoliberal veya reformist eğilimleri yansıtıyor diyebiliriz. Bu sürpriz değil, zira bu partilerin oluşturduğu metnin bunun ötesine geçmesini beklemek boş hayalcilik olurdu.


Ancak çıkmazda olan ihracat odaklı, monokültür, konvansiyonel, endüstriyel, metalaşmış, şirketleşmiş tarım sisteminde neoliberal ve reformist uygulamaların ötesine geçecek ilerici ve radikal değişikliklere ihtiyacımız olduğu da bir gerçek. Radikal eğilimin temel paradigmasının, kır ve kent emekçilerinin tarım-gıda siyasetinde söz, karar ve yetki aşamalarında süreçlere doğrudan müdahil olabilmelerinin önünü açan, piramidi tersine çeviren gıda egemenliği paradigmasıdır.

Son dönemde gündem maddelerinden bir diğeri de Tarım Kanunu’nda planlanan değişikliklere ilişkin yasa taslağı. Bu değişiklikler çiftçilerin özerkliklerini ortadan kaldırma riskini içeriyor. Planlama adına, üretilecek ürünleri izne bağlayan, sözleşmeli üretimi neredeyse zorunlu kılan bu taslak, rızadan çok zora dayalı yönetim anlayışının tarımsal üretim üzerindeki yansıması. Bu yasa taslağıyla ilgili şu soru bence meselenin özüdür: Çiftçilerin izin almadan üretim yapamayacağını söyleyen bakanlık, böyle bir politika değişikliği için çiftçinin onayını almış mıdır? Radikal gözüken bu soru aslında doğrudan çiftçinin üretebilme hakkıyla, bu hak üzerinde söz sahibi olmasıyla yani gıda egemenliğiyle ilgili. Bu durum tersine çevrilemedikçe demokratik, katılımcı bir tarım-gıda siyasetinden bahsedemeyiz.

Dolayısıyla gıda egemenliğini odağına alan ve taban siyasetine dayanan örgütlenmelerin önemi büyük. Bu noktada insanın aklına Türkiye’de çiftçilerin nicelik olarak en büyük örgütlü yapısı olan ziraat odalarının tarım-gıda siyasetine yön vermekten ne kadar uzak kaldıkları geliyor. Kulis faaliyetlerini aşamayan, aydan aya üretici ve perakendeci fiyatlarını açıklamaktan başka neredeyse bir kamuoyu oluşturma gündemi bulunmayan bu yapıların tarım siyasetine doğrudan etki edecek bir aktör olabilmeleri için çiftçilerin mücadeleleri önemli. Tarımda temel örgütlenme biçimlerinden bir diğeri de kooperatifler. Kooperatiflere günümüzde biçilen rol mevcut piyasalarda rekabet edebilecek bir aktör olması yönünde. Oysa kooperatiflerin tarım-gıda siyasetinin bir belirleyeni haline gelebilmeleri, üretimin ve tüketimin dönüşümüne öncülük edecek pratikleri hayata geçirmeleri halkın gıda politikasının inşası sürecinde önemli bir yer tutuyor. Son yıllarda tarımdaki açık ve/veya örtülü işçileşme süreçlerini dikkate alırsak bu alanın baş aktörlerinden biri de tarım sendikaları olabilir. Bu alanda faaliyet yürüten sendikaların, örgütlenmeleri önünde onları neredeyse görünmez kılacak engeller mevcut. Oysa tüm bu aktörlerin hak temelli mücadelelerin özneleri olabilmeleri mümkün.

Örneğin 5488 sayılı Tarım Kanunu’nun 21. maddesine göre, tarımsal desteklemelere ayrılacak kaynağın GSMH’nin %1’inden az olamaz. Ancak yasanın çıktığı 2006’dan günümüze bu oran hep %1’in çok altında kaldı. Yaptığım hesaplamaya göre 2009-2020 arasında bu kapsamda tarıma ayrılması gerekenle verilen destek arasındaki fark ilgili yılların döviz kurları üzerinden hesaplandığında yaklaşık 53 milyar dolar. (Tablo 1). Bu, çiftçilerin tarımsal destekleme olarak kanunen hakları olan ancak alamadıkları meblağın büyüklüğünü ifade ediyor.

1980 sonrası neoliberal politikaların olumsuz etkilerinin başında, kamusal politikaların piyasaya devredilmesi ve yurttaşların piyasayla baş başa bırakılması geliyor. Bunun tarım-gıda sisteminde hem çiftçi hem de tüketicilere yansımaları oldu. Çiftçiler, piyasanın da baskısıyla aşırı sentetik kimyasal kullanımına dayalı, yüksek maliyetli üretim yöntemlerine mahkûm edildi. Kamunun sorumluluğunda olması gereken güvenilir ve uygun fiyatlı gıdaya erişim, tüketicilere bırakıldı. Dolayısıyla neoliberal tahribatı ortadan kaldıracak yeni kamusal politikaların oluşturulması da önemli konulardan biri. Ancak bugünün şartlarında 80 öncesinin kamu politikalarına dönüşü istemek hem kolaycılık hem de siyasetin gerçek aktörleri dediğimiz kır ve kent emekçilerini yine denklemin dışında bırakmak demek olur. Bu aşamada müşterekler siyaseti yeni toplumsal ilişki ve pratiklerin inşası açısından önemli açılımlar getirebilir. Tohum, su, toprak, mera, gıda ve daha birçok metalaştırılmış paylaşılanın etrafında gelişecek müşterekleştirme pratikleri yeni kamusallığın inşasına da güç verecektir. Türkiye’nin çekimser oy kullanmasına rağmen kabul edilen BM Köylü Hakları Bildirgesi tarım-gıda siyasetinde yeni kamusallığın nasıl inşa edilebileceğine dair köşe taşlarını ortaya koyuyor. Sosyal, ekonomik, ekolojik ve kültürel birçok hakkı içeren bu belgenin Türkiye tarafından da kabul edilmesi için verilecek mücadele gıda egemenliği mücadelesinin önemli bir parçası olabilir.

Bugünkü şirketleşmiş gıda rejimi ve onunla uyumlu tarım politikaları çiftçi-köylü özerkliğinin önündeki en büyük engel. Agroekoloji köylülerin doğayla uyumlu ve piyasalardan mümkün olduğunca bağımsız üretim yapabilmelerinin en etkili yolu. Bu üretim biçimini hemen yaygınlaştırmak mümkün olmasa da atılabilecek önemli adımlar var. Çoklu ürün yani polikültür yetiştirme, hayvancılıkla bütünleştirme, ormancılık tarımı, nöbetleşme, ara ürün, yeşil gübre, örtü bitkileri, kompost gibi birçok agroekolojik uygulama söz konusu. Monokültür üretimle çoğu unutulan bu uygulamaların yaygınlaştırılması için atılabilecek birçok adım var. Tabii orta ve uzun vadede, bunlarla sınırlı kalmadan ekolojik süreçlere uyumlu, gıda sistemindeki tüm bileşenlerin etkileşimini dikkate alarak sürdürülebilir bir tarım kültürünün yaratılması ve doğaya yabancılaşmanın onarılması temel amaç olmalı.
Günümüzde bazı yerel yönetimler veya tarım-gıda inisiyatiflerinin kimi ilerici adımları olsa da ihtiyaç duyduğumuz tarım-gıda politikası köylüler, kırsalda çalışan diğer insanlar ve tüketicilerin piyasalara tabi olmaktan çıkıp, üretimden tüketime tüm aşamalarda politikaların belirlenmesine demokratik şekilde müdahil olduğu; doğanın bir kaynak değil müşterek varlık olarak tanımlandığı ve bu anlamda agroekolojik bir üretim sistemini önceleyen; yerel üretim ve tüketimi, topraksızların topraklandırılmasını, kadın emeğinin görünür kılınmasını, gençlerin kıra dönmesini hedefleyen bir tarım reformunu öngören anti-kapitalist, özgürlükçü ve radikal bir çerçeveye sahiptir. Ayrıca tarım-gıda siyasetini, kent emekçilerinin ve ekoloji hareketinin gündemlerinin bir parçası haline getirilebilirsek gerçekten halkın gıda politikasından bahsetmemiz mümkün olacaktır.