Çeşitli enstrümanlarla uğraşmak en büyük zevki oldu. Sahnelerin plastik ritminden uzak durdu Hasan Hüseyin Hekim. Üç H: Hakikat, hürriyet, heyecan diyelim ona. Sözcüklerle değil, eskiyi kabartan kelimelerle diyelim. Kuzey Doğu Anadolu’da bir şehirde vücut buldu.

Taşra için 'düzenleme geçmişi'

ŞEREF BİLSEL

Taşrada sanatçı olmak, sanatçı kalmak zordur. Bin türlü belayla boğuşmaktan, kalbinize doğanla söyleşmeye fırsat vermezler. Bunu, bir vakitler şiire, sanata bulaşmış ama bedel ödemekten korkup bu yoldan caymış insanlar yapar size. Buradaki taşra, sadece merkezden uzak, periferi anlamında coğrafi bir ıraklığı temsil etmiyor; Paris’te de yaşasanız sizi bulan, ağzınıza leke gibi yapışan bir kültür. Orada ses altındadır bütün yüzler, sokağın ve çarşıların tenhalığına rağmen. Dedikodu üç öğün, vazgeçilmez kadim kumanya… Bu dedikodular içinde ağızlar farklılaşır, eski Rus pazarı ağzına yaslanıp şansını sanattan yana değil de tüccarlıktan yana kullanan ve iradesini kapitale devredenler vardır ki onlar, kimseye yük olmayıp, ölmeden önce kendini gömerler. Onlarla tokalaştıktan sonra parmaklarınızı saymanız gerekir çünkü ağızlarından harfler yerine, kan içinde rakamlar dökülür. Yokturlar aslında, bu yokluk bilinci onlara her şeyi yaptırır. Hiçbir değerin, anının masumiyeti onlarda barınmaz; arsızdırlar, yüzleri olmadığı için utanıp utanmadıklarını anlayamazsınız. Eski ihtilaflarınızdan geriye kalanları bulup yeteneksizler ittifakı oluşturmaktan geri durmazlar. Edebiyat, sanat ve insanlık sofrasına koyacakları bir damla umutları olmadığı için herkesi ve her şeyi kendi hizalarına çekmek için dörtnala koştururlar. Bunları tanıyoruz artık, teknolojik devrim sonrası elektronik ortam onlar için bir atış alanına dönüştü. Üç beş kişi birini gözüne kestirip savaş boyaları içinde, göç davulları eşliğinde her şeyin satışa sunulduğu ve bütün hakikatlerin itinayla çarpıtıldığı bir pazar kurmakta gecikmiyor. Ortak özellikleri her cümlede ‘ben’ demeleri ve hakkı yenmiş gibi ağlayıp inlemeleri…

Yapmak isteyip yapamadıklarını, bir vakitler yakından tanıdıkları sizde gördükleri için her masum anıyı nefretle ziyaret ederler. Söz verirler, ama tuttukları sadece pisliktir; bu pisliği ellerine yüzlerine bulaştırırlar, yerleri kolayca bulunsun diye. Bu rakam severlerin bütün ilişkileri tüccarlık üzerine kuruludur, bir vakitler size nerde çay ısmarladıklarını anlata anlata çatlatırlar hâfızanızdaki bardağı. Sekiz kişi bir araya gelip dört sözcükten oluşan bir cümleyi kurmayı başaramazlar; sekize bölünür o dört sözcük, geride yalan, iftira, başıboş bir sokakta dolaşan yaralı rüzgârın uğultusu kalır. Göstermek istedikleri ile gösterdikleri arasındaki mesafede kaybolurlar. Salak olamayacak kadar zekidirler, bu yüzden asalaktırlar. Dedikodu onlarda ete kemiğe bürünüp tutulacak bir mesafeye gelir. Hep oldukları yerde otladıkları için yeşillik kalmaz önlerinde, toprakla, ölümle konuşurlar bu yüzden; uzaklarda otlamaya cesaret edeni ilk bayramda yedi ortak kurban etmek için seferber olurlar gece yarısı. ‘Düzenleme Geçmişi’ yeter ulan, ‘düzenleme artık geçmişi’ der bunlara. Sağ olsun bu sosyal medya gece olunca onları vitrine çıkartıp sabahları leşlerini topluyor. “Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi” diyen şair bugünleri görse, neler yazardı acaba? Korkuları, olmayan değerlerinin gözükmesidir. Bu uğurda berrak gökten hoşlanmazlar, ortalık toz duman olsun isterler, herkes onlara benzesin ve olmayan yüzleri gözükmesin diye. Onların kişiliğini yazdıklarından görürüz: Neyi koruyup neyle dövüştüklerini, gözlerinin kör mü, kulaklarının sağır mı olduğunu yazdıklarından anlarız. Onların kalbi yoktur, hırs ve haset tarafından hasat edilmiştir kalpleri. Derler ki kalpazan sözcüğü bu boşluktan türemiştir.

Özgür ruhludurlar ama devletin, kurumların açtığı hiçbir sınavı kaçırmazlar, akşama doğru mesaj atarlar: “Başta çocuğum olmak üzere sınava katılacak bütün çocuklara başarılar!” Başta çocuğu olmak üzere… Oysa bu cümle anneler günü için bir anlam ifade eder, sınav söz konusu ise diğerleri geride kalacak ki çocuğun öne fırlasın! Hem tüccar olmak hem şair kalmak elbette mümkün değildir, ya rakamlardan ya da harflerden yana çarpacak kalbiniz ki kalıbınız ortaya çıksın; kaç tuğla, kaç çimento torbası edeceğiniz anlaşılsın böylece. Üstlenici, taahhüt eden ve fakat sonunda büyüdüğü topraklarda adım atacak bir metre yer bulamayan, sonradan zengin olmuş müteahhit ruhlu insanların yarım bıraktığı inşaatlardan duyulan idrar ve umutsuzluk kokusu yükselir onlardan, çarpar asosyal medya ekranlarına. Hırs ve nefret, sözcüklerin önüne geçer, ‘konuşmayı şehvetle seven’ bu zümre, Koca Mehmet Ragıp Paşa’nın bir gazelinde yer alan, zamanla atasözüne dönüşmüş şu mısra-i bercestenin işaret ettiği yersizlikle buluşur: “Şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler” (Genel manası şuna tekabül eder: Mayası bozuk olanlar konuşurken övünülmeyecek şeylerle övünür, kendilerini övmeye çalışırken hırsızlıklarını, kabahatlerini ortaya koyar). Bu manzaraya ilişenler için toplu bir fotoğrafın üst başlığı yerine geçecek bir adlandırmaya ihtiyaç var: ‘Muhatapsızlar’ İnsanın kendine muhatap bulamaması fenadır. ‘Adam yerine koy(ma)mak’ deyiminin gölgesi altında, ‘düzenleme geçmişi’ ile yüz yüze, boşluğa tutulmuş bir fener gibi kalırsınız.

Buraya kadar söylediklerim bir fotoğrafın arabının üzerinden sökün etti. “Şükür ki insandan insana fark var” der şair. İlk gençlik yıllarında eline aldığı bağlama ile müziğin kapısından girdi. Giriş o giriş. Çeşitli enstrümanlarla uğraşmak en büyük zevki oldu. Sahnelerin plastik ritminden uzak durdu Hasan Hüseyin Hekim. Üç H: Hakikat, hürriyet, heyecan diyelim ona. Sözcüklerle değil, eskiyi kabartan kelimelerle diyelim. Kuzey Doğu Anadolu’da bir şehirde vücut buldu. Müzik üzerinden dünya ile kurduğu sahici bağ hiç gevşemedi. Sözünü tartarak söyledi, naylon dünyaların şatafatına meyletmeden gerçek bir sanatçı duruşunu diri tuttu. Heyecanlanınca, telefon gelince, müzikten söz açılınca sigara tuttu elinden. Gece yarısı bir evin sokaktan görünüşünü onlarca kez onunla seyrettim. Güzel anne, iyi baba, doğru ağabey, hiçbir cümlenin taşıyamayacağı masumiyet ve kararlılık... Bu güzel insanların hatırına dönüyor dünya. Bunca dedikodu ve rutubetin olduğu bir diyar için paha biçilmez güzellikteler bunlar. İlk kitabımda iki kişiye ithaf vardır, Hüseyin’dir biri. İnsan eti doğranmış tasın dibinde kalan yüzünü görmek için her türlü hâtırayı şehvetle yiyenlerin sofrasına oturmadı Hüseyin. Adının ağırlığı ve kederi ona komşu olanları utandırmadı. Dünyaya ve yükselen değerlere biat etmeden ‘tanrının konuşma diline’ müziğe bağlandı, siyaha yenilmedi, 47 yaşına geldi, memleketin en yetenekli bağlama sanatçılarından biri olduğu bilgisini boğmak için elinden geleni yaptı! Yağmurlar ülkesinde çocuk olduk onunla, genç olduk, arkadaş olmadık ama dost olduk. Onu kırdığım da olmuştur, beni kırdığını hatırlamıyorum. ‘Olmak’ nedir bilmiyorum, uzaklara bakmaksa eğer benim gördüğüm birkaç insandan biridir Hasan Hüseyin Hekim. Az bulunur, çok insanlardandır. Bulunduğu yerde ses, kulakta çiçek açan söz, kalpten kalbe inceden yürüyen tel var. “Coğrafya kaderdir” eyvallah ama dostlar keder olmaya iltica etmeden, buluştuğumuz yerde ayak değiştirmeden duran dostlar, gerçek kader onlardır bugün. Elleri, dışarıdan gelmiş gibi değil de bir ağaçla söz kesmiş gibi içeriden bağlamaya inen Hasan Hüseyin Hekim’e selam olsun!