Cumhurbaşkanlığı adaylığını 1 Temmuz’da Ankara Ticaret Odası Salonu’nda yaptığı konuşmayla ilan eden Tayyip Bey’in kurduğu onlarca ajitatif cümleden bir tanesi şöyleydi: “Namaz kıldığımız için bize gerici dediler”

Tayyip Bey namaz kıldığı için mi gericidir?

Berkant Gültekin

Cumhurbaşkanlığı adaylığını 1 Temmuz’da Ankara Ticaret Odası Salonu’nda yaptığı konuşmayla ilan eden Tayyip Bey’in kurduğu onlarca ajitatif cümleden bir tanesi şöyleydi: “Namaz kıldığımız için bize gerici dediler”. Böylece salondaki ve tüm yurttaki AKP’lilere, kendilerine yapılan “gericilik” eleştirisinin aslında “inanç ve ibadet düşmanlığı” anlamına geldiğini söylüyordu Tayyip Bey…
Tayyip Bey’in yeniden gündeme getirdiği gericilik eleştirisinin, konuya siyasal ve sosyal düzlemde yaklaşılmazsa ‘inanç düşmanlığı’ndan başka varacağı herhangi bir nokta yok, doğrudur. Diğer yandan pek çok çevre için kafaları kurcalamaya devam bu tahlilin, ‘tepeden inmeci modernist aklın’ bir yaftası olmadığının ortaya konması için de elde birçok gerekçe birikmiş vaziyette. Elbette gericilik tespitinin sınıf siyasetiyle ilişkisi de üzerinde durulması gereken bir başka sarsıcı nokta.
Gericilik konusuna girmeden önce, bu tespiti kullanan tüm akılların aynı yöntemle hareket etmediklerini; yani aynı olguyu kastetmediklerini vurgulamak gerekli. Birkaç sene öncesine kadar, ağırlıklı olarak ulusalcı kesimlerde “gerici” söylemi “yobaz” kavramıyla özdeşleştirilmekteydi. Bu siyasal bir eleştiri ya da analiz olmaktan çok, “küçümseyici” bir manada kullanıldı. Oysa AKP’nin gericiliği bu sığ kavrayışın da ötesinde...
Gericilik olgusunu değerlendirirken şu soruyu sormak gerekir: “İktidarın muhafazakârlığı, etliye sütlüye karışmayan, kendinden menkul bir siyasal kimlik olarak kabul edilebilir mi?”. Sorunun cevabı “evet” ise bugün AKP’nin neden gerici olarak kabul edilmediği anlaşılıyor (!). Ancak “hayır” ise bunu açmak gerekli. Gericilik, kinci bir tanım ya da nefretle ağızdan çıkan bir söz değilse, yeniden soralım: “Muhafazakâr bir yönetimi gerici yapan faktörler nelerdir?”
AKP ve Tayyip Erdoğan’ın gericiliği, bireysel olarak yönetici kadroların dindar ya da inançlı kimliklerinde değil, “idare etme” anlayışlarında yatıyor. Bu nedenle “gericilik”, iddia edildiği gibi, ibadete dayalı bireysel inancın “çağdışılığına dair yapılan bir eleştiri” olmaktan çıkıyor. Devleti, İslam dininden ve ‘kutsal gelenekler’den süzdükleri normlar doğrultusunda yönetenlerin, siyasal araçları aynı perspektif etrafında örgütlemesi ve işletmesine vurgu yapıyor. Yani ‘inanç’ının, siyasallaşmış biçimini eleştiriyor.
Bu noktada muhafazakâr ideolojinin dini, toplumsal bir kontrol aracı olarak kullandığını da ifade etmek gerekli. Yani AKP’nin muhafazakârlığında din, mutlak şekilde buyruklarına uyulması gereken ‘kutsal yasalar’ anlamı taşımıyor. Ancak toplumu homojenleştiren bir unsur ve konsolidasyon silahı olarak vazgeçilmez pozisyona sahip. Bu nedenle dini kimlik ya da daha açık ifadeyle mezhep, toplumu bir arada tuttuğuna inanılan tarihsel geleneğin kritik bir parçası durumunda işlev görüyor. Muhafazakâr siyaset ise bu denklemde, dinden güç alan ancak asla onunla sınırlı olmayan, daha geniş, reel politik bir anlayışı temsil ediyor. Gericilik olgusunun, AKP’nin bu pragmatist muhafazakâr ideolojisinin, toplum ve siyasete yönelik müdahaleleriyle görünür pozisyona geldiğini söylemek mümkün.
Gericilik tespiti, siyasal mekanizmaların tarihsel anlamda geriye dönük revize edilmesine ve diğer yönüyle toplumun en basit biriminden en karmaşık birimindeki ilişkilere kadar, muhafazakâr aklın egemen kılınmasına ilişkindir. Uygarlık tarihi söylemsel de olsa “bireylerin eşit ve özgür olduğunu” meşru bir kazanım olarak insanlığın hanesine yazmıştır. Bugün AKP’nin muhafazakâr ideolojisinin ise rasyonalizme olan karşıtlığı, toplumu bir organizma gibi kabul ederek bu kazanımı reddediyor. Halka, yurttaşların toplamı değil, tebaa olarak muamele ediliyor. Bunun domino etkisi ya da yayılım halkaları da; yönetimde şeffaf olmama, ara mekanizmaları etkisizleştirme, hesap vermeme, görevlendirmede liyakat yerine sadakati esas alma, demokrasiyi temsiliyet hakkına indirgeme, muhalifi düşmanlaştırma, ifade özgürlüğünü baskılama ve medyayı tekelleştirme şeklinde beliriyor. Böylece gericilik, uzun ve kanlı mücadeleler sonucunda elde edilen demokrasi birikimini (geliştiği kadar), tesis ettiği yeni rejim içinde yavaşça tasfiye ederek, diktatoryal bir biçim kazanıyor. Neoliberalizmle ile kıydığı nikâh ise ona daha zalim bir suret kazandırıyor.
O halde Türkiye’de gericilik, tabanda, etkin bir muhafazakâr iktidar tarafından herkesin aynı “muhafazakâr değer yargılarına” biat ettirilmeye zorlanması ile eş zamanlı olarak, dayatılan bu kültürel zorbalıkla uyumlu siyasi yapıların, diktatoryal tarzda anayasal zeminlerinin yaratılmaya çalışılması meselesidir. Yani tahlil teolojik değil, politiktir.


Gericilik ve sınıf siyaseti
Meselenin bir diğer boyutu ise ‘gericilik tespitinin sınıf siyasetiyle ne gibi bir ilgisinin olduğu’dur…
AKP’ye doğrudan destek veren “liberaller” ile birlikte, kendini sol’da tanımlayan kimi çevreler de “gericilik” olgusunu kabul etmiyor. Dahası bu gericilik eleştirisi eski Kemalist zihniyetin bir uzantısı olarak algılanıyor ve ulusalcılığa mal ediliyor. Bu görüşe göre “ilerici-gerici” gerilimi, inanç düşmanlığının tezahürü olmakla birlikte, “sınıf dışı” ve suni bir çelişki...
AKP’nin yürüyen siyasal ve toplumsal hegemonyası Gezi Direnişi’yle topallamaya başlayınca, ortaya çıkan politik tepkinin üzerine de hayli kalem oynatıldı. Memlekete dair kendi teorik okumalarını Gezi’nin içinde keşfetmek heyecanıyla meseleye eğilen “sınıfçı” çevreler, hayalkırıklığına uğradılar ve mevcut durumu “idealize” etme yolunu seçtiler. Zira, Haziran isyanının öngördükleri şekilde; emek ve sermaye ya da burjuvazi ve proleterya olarak iki kampa ayrılmış bir ülke içinde cereyan etmesini çok arzu ederlerdi. Ancak uzunca bir süredir, yaşadığımız yer kürede sınıf çelişkisi, kaynaklandığı ekonomik temeldeki zıtlıkların en berrak haliyle yüzeyde durmuyor. Burjuvazi, sınıf iktidarını salt bir tahakküm veya zor yoluyla değil, onu sivil toplumda kurmaya başlayıp, ideolojik ve kültürel meşruiyetini sağlayarak inşa ediyor.
2003 yılında iktidara gelen AKP, klasik bir merkez sağ parti gibi varlığını sürdürmedi. Parti, yukarıda da belirtildiği gibi, yalnızca kendi benzerleri gibi muhafazakâr tabana oynamakla kalmadı, iktidarda kaldığı süre boyunca devletin yapısını da muhafazakâr bir anlayışla dönüştürdü. Türkiye’nin iliklerine kadar işleyen saldırgan neoliberalizm, toplumsal otorite boşluğunu AKP’nin kapitalizme uyum sağlamış yeni muhafazakâr anlayışıyla doldurmayı başardı.
Ancak gericilik ve sınıf siyaseti arasındaki rabıtanın “yalan” olduğu kabulü, AKP’nin otoriter yönetimine ve gericiliğine karşı büyütülmek istenen birleşik bir mücadele hattına, “sınıfçı” gerekçelerle razı olmuyor.
AKP’nin kapitalist sistem içindeki rolünü, muhafazakâr bir hegemonya ile yerine getirdiğini, Türkiye’yi ucuz emek cennetine çevirirken “Buna da şükür” diyecek kitleleri yaratmak için dini “tevekkülcü” bir şekilde yorumladığını, bir burjuva partisi olarak toplumsal otoritesini cemaat ve tarikat ağlarını geliştirerek son derece “sivil” bir biçimde tesis ettiğini söylemeye lüzum var mı?
Yeterince gelişmemiş olsa da, kazanılmış siyasal ve sosyal hakların iktidar eliyle muhafazakâr ideoloji ekseninde tarumar edilmesinin, gericilikten başka tanımı var mıdır?
Soruların cevabı pratikte. İşte bu nedenlerle, yaşam tarzı meselesi ve gericilik karşısındaki seküler toplumsal tepkiler; ne özgürlük ve demokrasi mücadelesinden muaf tutabilir, ne de bunların tümü sınıf çelişkilerinden azade bir konumda değerlendirilebilir.
Bu anlamda bir kez daha düşünülmeli; bugün gerçek bir laiklik talebi, sınıf siyasetini ıskalayan bir siyasal program mıdır, yoksa emeğin ve özgürlüğün, gerici saldırılara maruz kaldığı böylesine iç içe geçmiş bir süreçte “ortak talep” midir?
Tüm bunlar göz önüne alındığında, “Türkiye’de gericilik sistemin karakteridir” demek, hâlâ “elitist bir saplantı” olarak kabul edilebilir mi?