Öyle günler gördük, öyle zamanlardan geçtik ki iyice yıprandık, ağrıdık, solduk

Tayyip Erdoğan’a tatil önerisi

ZEYNEP ALTIOK AKATLI

Öyle günler gördük, öyle zamanlardan geçtik ki iyice yıprandık, ağrıdık, solduk.  
     Bay
            acı
          var
        git
        bir
        gün
          ara
            ver
              gez
                toz
                gör
               duy
            yat
        uyu 1
                
diyen Metin Altıok’a kulak verme zamanıdır belki. Ama olmuyor kulak vermekle. Hele harlı temmuzda hiç olmuyor. Yürek ağrısı bir yana, görev zamanıdır temmuz biraz da. Unutturmamak için konuşmak zamanıdır. “Sesim sanki sağır bir handa duvarlara çar pa çar pa çar pa çar pa”2  kim duyar, kim dinler bilmeden konuşma zamanı. Birileri konuşmazken hele,  dik durma, ses verme zamanıdır. Bu yıl temmuz başında bir Madımak etkinliği için Almanya’daydım. Madımak’tan başlayıp Soma’ya, yangından başlayıp bilince uzanan bir yolculuk. Anlatması da Yahudi ürünlerinin (!),  Mario Levi’nin protesto edildiği günlere denk düştü. Bu da bir “uyumsuz rastlaşma”3  elbet. Yüzleşme ve bilinç ile ilgili ağır bir deneyim yaşadığım bu geziden söz etmek istiyorum.

İnsan uzak
bir memleket havasından
Belli belirsiz bir şeylerden utanır.
Yapışkan ve dayanıksız bir vidanın eşliğinde.
Gece.
Hatırlatır bir günlerde üşümediklerimizi.
Üşümeyeceklerimizi.

Kısa seyahatim sırasında Heilbronn Cemevi yönetiminden sevgili Bilge Akbulut beni birçok duyguyu aynı anda yaşayıp utandığım bir yere götürdü. Neckarsulm 27.000 kişinin yaşadığı sevimli bir Alman kasabası diyelim. Burada faaliyet gösteren bir tuz madenine  Bad Friedrichshall’a gittik. Beyaz altın yani tuz ile tanışacağımız ve çalışmakta olan bir maden. Biz  madenlerimizde işçilerimizin güvenliğini sağlayamazken, yerin 180 m derininde,  ziyaretçileri için çok özel bir deneyim sunan müzesi olan bir madenle karşılaşmak yeteri kadar şaşırtıcıydı benim için. Yani o an beni gezinin devamında bekleyenlerden habersiz öyle düşünmüştüm.
Bizi yer altına indirecek olan asansörü elele tutuşmuş anaokul  çocukları ile birlikte bekledik.  Yerin 180 m altına 30 saniyede inerken hız ve basınçtan kulaklarımız tıkandı. Ama beni rahatsız eden daha ilk anda yaşadığım tezattı. Çalışan bir madeni gezebilmenin bir kez daha aklıma düşürdüğü sayısını bile bilmemize engel olunan yitirdiğimiz canlarımızdı. “Yapışkan ve dayanıksız bir vida”nın cehaletle beslenerek günümüzü kararttığı, yetmez gibi geleceğimize göz diktiği günlerde bir medeniyet deneyimi yaşadım orada. Evet dayanıksız bir vida diyorum. Zira onun gücü sadece sallanan zeminini bağlamak için kullandığı bir halattır aslında. Yalanlarıyla ikna ettiği cehaletin çoğunluğu tarafından örülmüş bir halat. Bu yapışkan zihniyet memleketimizin iki ucunu birleştirmeye soyunduğu, Sivas’la, Maraş’la yüzleştiğini söyleyerek herşeyi unutturduğu, cinayetler işlediği doymak bilmediği günlerde ülkenin en tepesine yerleşecek. Soma’da yaşanan gerçekle yüzleşirken(!)  1800’lerden dem vuruyordu ya, biz de 1800’lerden başladık gezmeye madeni. Baştan sona yürüyeceğimiz yol madenin 1800’lerde nasıl kazıldığı, tuzun nasıl çıkarıldığından başlayıp 2011’de son yenilemesi yapılan high tech olanaklara sahip kazı alanına götürecek bizi. Duvarları kargacık burgacık bir dehlizden başlayıp geniş ve milimetrik bir dikdörtgene ulaşacağız. Arada tüm medeniyet adımlarını da görerek. Yaklaşık 2,5 km sürecek olan maden gezimiz çocuklar ve büyükler için bir çok öğreti içeriyor. Sadece madenin tarihi değil, tuzun ve dünyanın tarihi, coğrafya, jeoloji, mühendislik, tabiat, tarih, kimya kaç bilimin ışığı var maden ocağı dediğimiz yerde. Tuzun oluşumu, kullanım alanları interaktif bir deneyimle yaşatılıyor.

Ne kadar hüzün geçmişse dünyadan
Ne kadar acı geçmişse yaşayacağız
Hepsini yeniden, bir bir dünyada
Dünyadan ve dünyayla sana sığınırım
Acılardan ve hüzünlerden değil
Kaçmalardan ve korkulardan değil
Çünkü bir güçtür sıcaklığın kollarımda
Çünkü kanları, kanları, kanları hartırlarım
Çünkü ölülerimiz toplanacaktır
Ve yüceltilecektir bir mavide.5

Buraya kadar anlattıklarım yeteri kadar düşündürücü bence. Ancak bu aşamadan sonra yaşadıklarımın bana düşündürdükleri sarsıcı. Madenin derinliklerinde ilerliyoruz. Duvarlarda kazı sırasında rastlanan fosillerin lazerle yansıtılmış resimleri ve açıklamalar, biraz ilerde yaşlı dünyamızın en eski  konukları dinazor maketleri. Burada bulunan kemiklerin sahipleri üç boyutlu maketlerle çocuklara tanıştırılıyor. Sağımızdaki mavi boyalı ahşap kapıların üzerinde  ‘çalışma alanı / kapalıdır’ yazısına gözüm takılıyor. Biraz genişçe yeni bir alana geldiğimizde artık 1940’ların teknolojisini duvar ve yer dokusundan kestirebiliyoruz.  Zeminde raylar üzerinde bir vagon sandıklar taşıyor. Her yer sandık  dolu. Bu sandıkların üzerine yerleştirilen barkovizyonda gösterilen filmi izlediğimizde madenin dünya savaşı sırasında sığınak olarak kullanıldığını öğreniyoruz. Sandıklarla getirilen ve burada savaştan korunanlar ise sanat eserleri. Müzelerden, kiliselerden bir bir toplanan heykeller, tablolar burada saklanmış. Savaşın olanca yıkıcılığına karşın yeni bir geleceğin geçmiş olmadan kurulamayacağının bilinci çarpıyor suratıma. Sanatla yetişmiş nesillerin bilinci elbet bu. Ülkemizin nefret çığırtkanı, 2023 hedefini AVM’ler, duble yollar ve tünellerle kuracağı “Yeni Türkiye” üzerine kurgularken;  yerin altından çıkan hazine değerindeki buluntuları “çanak, çömlek” tabir eyleyip satılamaz oluşundan mütevellit atıverirken; heykelleri put , ucube olarak algılayıp yıktırırken; ağaçları kesip nefesimizi tüketirken 21. yüzyıldayız. Onlar 1900’lerde kurulan bu bilinç sayesinde savaşın ve işledikleri insanlık suçlarının bedeliyle bugün “literatürde olduğu şekilde” yüzleşebiliyorlar.  RTE ise yüzleşmeyi de katliamlar gibi siyasi malzeme yapıyor.

kanın, ateşin ve seslerin cömertçe
kullanıldığı
böyle sorumsuzca kullanıldığı bir
dönemde
herkesin şimdilik  hakkı vardır  
hüzünlenmeye6

Ben de hüzünlenme hakkımı kullanarak  yerin 7 kat dibinde bir medeniyeti adımlıyorum. Bitmiyor yüzleşmeler ve benim gerçeğim. Yeni bir odaya geçtiğimizde sanat aracılığı ile bir bilgi daha aktarılıyor bize. Bu kez de madenin yine savaş zamanı toplama kampı olarak da kullanıldığını öğeriniyoruz. Memorial Kochendorf adlı bu kalıcı sergi savaş uçağı üretimi için yeraltında çalıştırılan Yahudilerin hikâyesini anlatıyor bize. Duvarlarda sıra sıra resimleri ve altlarında kim oldukları, kaç yaşında nerede ve nasıl öldürüldükleri yazılı. Kimi genç ve dayanıklı olduğu için Auchwitz’ten buraya gelmiş, kimi buradan Auchwitz ve diğer kamplara ölüme gitmiş. Şöyle bir çevreme bakıyorum, yok katillerin de resimlerini koymamışlar. Tuhaf! Demek yüzleşmeyi bilmiyorlar! 15 yaşındaki Eliezer Schwartz’ın fotografı önünde Berkin’imizi düşünüyorum.  Bizim baş kötümüz şimdilerde  “İsralil dölüne” sesleniyor “Hitler’i geçti yaptıklarınız” diye. Fıtratında olduğu üzere ölümleri, katliamları, acıları yarıştırıyor. Farklı dinden olduğu için gözünde değersiz olan milyonlarca Yahudiye karşılık bizlerin sayılarının milyonları bulmaması için dua ettiğimiz yüzlerce Filistinliyi daha kıymetli bularak haykırıyor. “Hitler’i geçtiniz!” Sayıların önemsiz olduğu aşikâr ancak burada dikkat edilmesi gereken nefretini bile hakikate dayanmayan yalanlar ve cehalet üzerine kuran adamın “fıtratıdır.” Kendi ülkesinde yaşanmış bir katliamın bile hesabı sorulmamışken yüzleşmeyi içselleştirmiş bir devletin başkanına horozlanışıdır.
2023’ü boşverip çıkışa ilerliyoruz. 2011 madenin son teknik geliştirmelerinin yapıldığı yıl. Muazzam bir ses ve ışık seli içinden yürüyoruz. Önümde ilerleyen arkadaşlarımın başları ışık nehrinde kayboluyor ve sonra yeniden doğar gibi, yıkanmış da bir sudan çıkar gibi tekrar beliriyor. Kulaklarımda bir müzik daralan yüreğimi yeniden ayaklandırıyor. Sağ tarafta eski yıllarda madencilerin kullandıkları kaydırak bugün çocuklara neşeli bir veda için kullanıma açık. Biz de kayıyoruz kaydıraktan.

Hızla gelişecek kalbimiz
Ağlattığı bir şey gibi tombul çocukların
Çağdaş her şeyin vurgusuna uyarak
Bir kesit gibi ölümden
Bir utku gibi aşktan
Öyle yalın. Hızla.7

Şimdi Türkiye’ye barış getireceğini söyleyen tirana tatil önerisi yapalım. Bu yaz Rixos’a değil Neckarsulm’a gitsin. Kendisiyle yüzleşmeden bizimle yüzleşemez. Ağustosu bize bıraksın (!) ve gitsin. Madımak’tan çıksın, Soma’ya varsın. Neckarsulm’a girse yeter. Daha uzağa zahmet etmesine gerek yok. Dersim, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi, Roboski, Gezi ve tüm faili meçhuller insan olanı gelir o gittiği yerde bulur.

Hep böyle süreceği sanılır bu gül
hikayesinin
Hep böyle sürer ama bir gün sonu
değişir8

1-Metin Altıok/ Emi
2-Metin Altıok / Yılkı
3-Bir Uyumsuz Rastlaşma / Metin Altıok
4-Turgut Uyar / Bilirim Bir Kışa Hazırlanmayı
5-Turgut Uyar / Biraz Daha
6-Turgut Uyar / Kıştan kalan Soğukluk
7- Turgut Uyar / Hızla Gelişecek Kalbimiz
8- Turgut Uyar / Ne Değişir

 

***


Biraz genişçe yeni bir alana geldiğimizde artık 1940’ların teknolojisini duvar ve yer dokusundan kestirebiliyoruz.  Zeminde raylar üzerinde bir vagon sandıklar taşıyor. Her yer sandık  dolu. Bu sandıkların üzerine yerleştirilen barkovizyonda gösterilen filmi izlediğimizde madenin dünya savaşı sırasında sığınak olarak kullanıldığını öğreniyoruz. Sandıklarla getirilen ve burada savaştan korunanlar ise sanat eserleri. Müzelerden, kiliselerden bir bir toplanan heykeller, tablolar burada saklanmış. Savaşın olanca yıkıcılığına karşın yeni bir geleceğin geçmiş olmadan kurulamayacağının bilinci çarpıyor suratıma. Sanatla yetişmiş nesillerin bilinci elbet bu. Ülkemizin nefret çığırtkanı, 2023 hedefini AVM’ler, duble yollar ve tünellerle kuracağı “Yeni Türkiye” üzerine kurgularken;  yerin altından çıkan hazine değerindeki buluntuları “çanak, çömlek” tabir eyleyip satılamaz oluşundan mütevellit atıverirken; heykelleri put , ucube olarak algılayıp yıktırırken; ağaçları kesip nefesimizi tüketirken 21. yüzyıldayız. Onlar 1900’lerde kurulan bu bilinç sayesinde savaşın ve işledikleri insanlık suçlarının bedeliyle bugün “literatürde olduğu şekilde” yüzleşebiliyorlar.  RTE ise yüzleşmeyi de katliamlar gibi siyasi malzeme yapıyor.