12 Eylül rejimi, temsilî yoldan da olsa siyasete/yönetime katılma, sesini duyurma/sözünü dinletmenin barışçıl yollarını büyük ölçüde kapattı.

“PKK’yı dört kere bitirdik”le başlayıp, sonra bu sayıyı beşe, altıya çıkarttılar; şimdi de yedincinin eşiğine gelmişlermiş.

Siyasete katılmak isteyenleri terör yandaşı/destekçisi/yardımcısı/yatakçısı diye zulme uğratıp, fiziken yok ettiler.

Fiziken yok ettiler; ama, hiç değilse bu cinayetleri gizlide işleyip ‘faili meçhul’ bırakma gayretini gösterirlerdi.

Şimdi ise, artık toplu cinayetler işlenmekte; insanlar kendi evlerinde açlığa, susuzluğa, ilaçsızlığa, doktorsuzluğa mahkûm edilmekte; mahzenlerde gazlanıp, yakılıp parça parça edilmekte. Şehitliği yüceltme adına ölüm, tabiî öldürmek üzere öldürme, kısacası savaş, yani kurumsallaşmış toplu cinayetler teşvik edilmenin de ötesinde mecburî hâle getirilmekte: “Şehitlik bitmeyecek; ama, bire karşı on öldürerek”.

En komikçe/şapşalozca lâf, “doksanlara mı dönüyoruz?”. Doksanlarda yargısız infazlar vardı; ama, şimdi artık infazın yargısı var; çırılçıplak soyulmuş paramparça edilmiş insan vücutları eskiden gözlerden uzak ücra köylerde helikopterden atılır, araçlara bağlanıp sürüklenirdi; ortaya çıktığında da, inkâr edilme yoluna gidilirdi. Oysa şimdi, daha vahşiceleri kentlerde yapılıp sanal medya üzerinden yayınlanıyor, bizzat caniler tarafından.

12 Eylül’ün sınırlandırıp engellediği siyasal katılım, Erdoğan rejimiyle birlikte ayrıca cezalandırılmaya da başlandı: DTP’nin 2009 yerel seçimlerinde doksan dokuz belediyeyi kazanması üzerine, KCK tutuklamaları başlatıldı; çoğu seçilmiş başkan ve meclis üyeleri olmak üzere on bine yakın insan içeri atıldı; hem de kentsel merkezlerde kırk-elli kişilik gruplar hâlinde, elleri arkadan kelepçeli, kendilerine resmigeçit yaptırtılarak. Burada maksat, halka “bakın işte kendilerine oy verdiğiniz insanların kendilerine bile hayrı yok ki, sizin derdinize deva bulabilsin/olabilsinler; selamet gelip AKP’nin etekleri altına sığınmak” mesajı vermek.

Abdullah Gül’ün “güzel şeyler olacak” ‘müjde’si gecikmez; birkaç ay sonra da Habur girişleri.

Habur’da kurulan usûle aykırı çadır mahkemeleri ve ‘ayarlanmış’ üyelerinin icraatları: Erdoğan’ın Kürt sorununu, bir yandan kendi kendisini tek egemen, yani ‘istisna durumu’na karar veren, yasaları rafa kaldırma yetkisini tekeline alan merci konumuna yükseltirken, diğer yandan da legal siyaset alanını sınırlandırıp boğma konusunda nasıl bir kaldıraç olarak kullandığını göstermek açısından tipik bir örnek.

Habur’da yasa delinmiştir; ama, “analar ağlamasın; barış gelsin” diye; “hukuktan, yasalardan dem vurup bu uygulamaya karşı çıkmak, barış düşmanlığı, ‘analar ağlasın’ demektir”.

Devletin muhatabının yine devlet olacağını dikkate alırsak, elindeki silah sayesinde devlet tarafından muhatap alınan, devletin tekelindeki yetkilerden şu ya da bu ölçüde pay almadıkça, elindeki silahı bırakacak değildir. “Şu anda cereyan etmekte olan, ‘terörle mücadele’ değil, ülkenin bütün vatandaşlarına ve geleceğine karşı sürdürülen bir ‘Saray’ savaşıdır” deyip bitirelim.