Tek tedavi dayanışma

JEDEDIAH BRITTON-PURDY
Çeviren: Fatih Kıyman

‘Salgın’ olgusu, dayanışma kültürüne slogan olabilecek bir şey. Birimizin hastalanması, hepimizin hastalanması sonucunu doğuruyor. Fakat aynı zamanda salgınla karşı karşıya kaldığımızda kendimizi toplumdan soyutlama ve tehlikeyi tek başımıza atlatma dürtüsü hissediyoruz.

Karşı karşıya kaldığımız koronavirüs, dünyanın maddi gerçekleriyle, içinde yaşadığımız ahlaki ve siyasi sistemlerin birbiriyle nasıl bağıntılı olduğunu gözler önüne seriyor. İş yerlerinde, otobüslerde, metroda, okulda, markette her yerde birbirimize bağımlıyız; hastalığı birbirimize bulaştırıyoruz ve zarar görüyoruz. Fakat içinde bulunduğumuz ahlaki soyutlanma bize önce kendimizi kollamamız gerektiğini söylediği için hayatta kalma mücadelemizi hane ölçeğinde yürütüyoruz. Konserve ve donmuş yiyecekler, dezenfektan ve ilaç depoluyoruz. Toplumla bağımızı kesip kendi başımızın çaresine bakıyoruz.

Bu karmaşada açığa çıkan diğer bir olgu da, kendini soyutlama gücüne endeksli bir sınıf sistemi. Servet sahibiyseniz ya da size değer biçmiş bir kurumda çalışıyorsanız, evinizde yeterince alanınız varsa kendinizi dış dünyadan aylarca soyutlama lüksünüz olabilir. Fakat ülke nüfusunun yarısının bankada hiçbir birikimi yoksa ve insanlar geçimini maaştan maaşa sağlıyorsa, küçük apartman dairelerinde gıda depolayacak yer bulamıyorlarsa, ya da her gün yeni bir iş bulmak için sokağa çıkmak zorundalarsa kendilerini soyutlama şansları yoktur. İnsanlar mecburen her gün sokağa çıkacak ve epidemiyolojik sağduyu ile geçim derdi arasında seçim yapacaklar. Ve bu seçimi yapmaktan başka seçenekleri olmayacak.

Bu durum böyle olduğu sürece (insanlar kendilerini sokağa atıp hayatlarını devam ettirmek için birbirilerine temas ettikleri sürece) pek azımızın güvende olduğunu söylemek mümkün. Virüs hakkında sahip olduğumuz kısıtlı bilgiye göre, virüs taşıyıcıların sayısı artmaya devam edecek. Ahlaki ve politik yalnızlığımız bizi piyasaya muhtaç kıldığı sürece, maddi bağımlılık ilişkilerimiz hemen hepimizi tehlikeye atmaya devam edecek.

EVDEN ÇIKARMALAR DURDURULSUN

“Ellerinizi yıkayın” iyi bir tavsiye olsa da, bireysel sorumlulukların sorunu çözemeyeceğini bize hatırlatıyor. Epidemiyoloji, politik bir problem. İçinde bulunduğumuz hazin durumu bir nebze iyiye götürecek önlemleri kâğıda dökmek zor değil: İş yerleri kapatılsın, kitlesel gelir yardımı yapılsın, borç kaynaklı haciz ve evden çıkarmalar durdurulsun, koronavirüs ile ilgili tedaviler ücretsiz ve kapsamlı olarak sunulsun. Tedavi almak isteyenler denetimden muaf tutulsun (oturum izni, vesaire) ki insanlar yoksul oldukları ya da korktukları için tedavi görmekten imtina etmesinler. Bunlar en basit tabiriyle ‘hepimizin iyiliği için’ olacaktır. Hepsi bu.

Kendini kurtarma dürtüsü ise ancak çaresizce ve ‘elitlere mahsus’ olarak tarif edilebilir. Hayatta kalmak istiyorsak devletlere ihtiyacımız olduğu açık. ABD Başkanı Trump’ın bildiği repertuvarı seslendirmesi –Her şey yolunda! Güçlü önemler aldık!– da gösteriyor ki, aslında ne yaptığını bilmiyor ve devleti bir şov sahnesi olarak ya da para kasası olarak kullanmaktan öteye geçemiyor. Mensubu olduğu kapitalist oligarşi kesimi, bu tür bir krizde ne yapılacağını bilemeyecek kadar bencil ve beyinsiz bir sistemde var oluyor. Tabii kurnaz olanların aklına birçok fikir gelecektir ve bunlar birçok insanın aleyhine olacaktır.

İçinde bulunduğumuz bu krizin ya da gelecekte karşılaşabileceğimiz daha ölümcül krizlerin üç olası sonucu var. İlki, şu an ABD’de gördüğümüz eğilimlere işaret ediyor: Süreç özel sektör güdümünde ilerliyor, kamusal sağlık aktörleri ise testlere ve protokollere destek veriyor. Zenginler ortadan kayboluyor, orta sınıf ve profesyonel kendilerine korumaya çalışsa da risklere açık halde yaşıyor; işçi ve yoksul kesim ise hastalanıp ölüyor.

Çoğu zaman kalpsiz olabilen günümüz toplumunda bile bunun politik sonuçları olacaktır ve bu da bizi ikinci senaryoya, yani felaket milliyetçiliğine getiriyor. Koronavirüs iklim krizinin hızlandırılmış versiyonu gibi çünkü kırılganlıklarımızı ve birbirimize olan bağımlılığımızı gözler önüne seriyor; bizi –en azından belli kesimleri– koruyabilenlere siyasi avantaj sağlıyor. Bu salgında olmasa bile bir sonraki salgında Trump’ın ‘yabancı virüs’ söylemi karşılık bulabilir ve ‘kendi insanlarımızı’ korurken ‘diğerlerini’ dışlayan önlemler hayata geçirebilir. Mevcut dünyada devlet kontrolünün en güçlü olduğu katman ulusal seviye olduğundan etnik milliyetçilik daima ön plana çıkıyor ve bu senaryo, olasılık açısından birinci sıraya oturuyor.

Üçüncü istikamet ise dayanışma. Birimiz zarar gördüğünde gerçekten de hepimiz zarar görüyoruz; bu sadece laf değil. Küresel ekolojik ve epidemiyolojik krizler karşısında benimsediğimiz ulusal ölçekli önlemler dahi kısa vadeli ve ‘hasar kontrolü’ niteliğinde. Yaşadığımız dünyada yeşil enerji ve altyapı sistemine geçmek, belirsizlik içinde bir sonraki kâr fırsatına değil de, sağlığa ve sosyal üretime odaklı bir ekonomi istiyorsak tüm ülkelerin birbirilerine ihtiyacı var. Ordulara değil, yeşil altyapıların inşası için çalışacak işçilerden ve hemşirelerden oluşan ‘hazır kıtalara’ ihtiyacımız var. İklim değişikliğinden çıkardığımız derse göre toplumsal servete sahip olabiliriz fakat küresel ölçekte ‘bireysel’ servet peşinde koşarsak ölüp gideceğiz. Bu mesaj koronavirüs özelinde de karşılık buluyor. Toplum sağlığını destekleyecek gücümüz var, ama bunun yerine tüm toplum bireysel ölçekte sağlık peşinde koşarsa sistem işlemeyecektir ve hepimizi öldürecektir.

Bu söylediklerim imkânsız mı? İçinde bulunduğumuz dünyasını şekillendiren kolektif yalnızlık, bireyci ahlak ve maddi bağımlılık üçgeninin yoktan var olmadığını hatırlamak gerek. Bir toplum olarak her birimizin diğerine hizmet sağladığı, yatırımların kâra dönüştüğü düzeni sürdürmek küresel ticaret sisteminden otoyollara ve kredi piyasasına uzanan büyük ve karmaşık bir altyapı gerektiriyor. İnsanların sokaklarda gezip para alışverişinde bulunmak yerine birkaç ay evde oturması ihtimali finans piyasalarını yerle bir ediyorsa, bu bize sistemin nasıl kazanç odaklı dar bir bakış açısıyla şekillendiğini ve insani ihtiyaçlardaki ani değişikliklere karşı ne kadar dirençsiz olduğunu gösteriyor.

Bu düzeni kuran eller ve zihinler ön plana insan sağlığını koymaktan aciz değil. Birey, topluluk, ülke ve yerküre ölçeğinde bunu başarabiliriz. Bu bambaşka, çok daha kapsayıcı bir direnç kazanmamız anlamına gelecektir. Fakat bu ideale varmamız için insan yaşamının değerini esas alan siyasi bir mücadele yürütmek zorundayız. Para kazanmaya mı, birbirimizi yaşatmaya mı çalışıyoruz, bunu konuşmalıyız.

Kaynak: Jacobin