Akarsu’nun, çoğunda büyülü gerçekçiliğin öne çıktığı hikâyeleri, pandemi sonrası İstanbul’u saran tanıdık ama değişmiş ruh halini mükemmel bir şekilde karşılayan bir cevap gibi.

Tekinsiz sulara yolculuk

Jeffrey GIBBS

NotaBene Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı “Açıyorum Gözlerimi” ile yazar Özgür Akarsu, alışageldiğimiz klasik anlatım biçimlerine meydan okuyan tarzıyla ustalığını sergiliyor. Öyküleriyle Akarsu, bir yandan kendisinden önce gelen deneysel sanatçıları anımsatıyor, bir yandan da kendisine özgü ve sadece İstanbul’da bulunabilecek bir tat bırakıyor.


Kitaptaki hikâyelerin çoğunda büyülü gerçekçiliğin en öne çıkan unsur olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin “Kaçınılmaz Olan” adlı öykü, Haruki Murakami romanlarının komik ve gerçeküstü havasına sahip. Murakami “Norveç Ormanı” ve “Zemberekkuşu’nun Güncesi” gibi kitaplarıyla banal ve monoton bir Tokyo’yu sihirli bir sahneye nasıl dönüştürdüyse, Akarsu da bu hikâyeyle aynı dönüşümü İstanbul için yapıyor. Murakami’nin pek çok başkahramanı gibi, “Kaçınılmaz Olan”ın anlatıcısı da tekdüze bir hayat yaşamakta olan bekar bir adam. Adamın monoton şehirli hayatı, günlük hayatın rutininde saklı tekinsizliğin ortaya çıkışıyla altüst oluyor. Hayatına giren beklenmedik bir varlığın onda yarattığı korku, bulaşıcı bir şekilde okuyucuyu da etkisi altına alıyor. Okuyucu, hikâyenin adında ele verilen ve adamın adımlarını bir hayalet gibi izleyen sonun kaçınılmazlığını hissedebiliyor ve bu trajik gidişatın yarattığı komediyi onunla birlikte yaşıyor.

Murakami tarzı büyülü gerçekçilik “Kiralık” isimli hikâyede de hâkim durumda. Anlatıcı, karşı apartmandaki bir daireye taşınan beş kadının hayatıyla ilgilenmeye başlayan, yine bekâr bir erkek. Adamın komşu kadınlara dair kurguları ve beklentileri, gerçekle gerçek dışının birbirine karıştığı soğuk ve karanlık bir İstanbul akşamı bu gizemli kadınlar tarafından paramparça ediliyor.

Kitabın ana hikayesi olan Gündüz Düşleri’ndeki büyülü gerçekçilik, doğrusal olmayan, rüya benzeri yapısı ve altında işleyen kurgu düzeneğini açığa vuran anlarıyla David Lynch filmlerini andırıyor. Başlı başına bir öyküler toplamı olan bu hikâyede anlatıcı, başarısız bir yazar. Kendinden yaşça büyük ve geçmişte popüler bir yazar olan, fakat artık amansız bir hastalık pençesinde yalnız başına kendi ölümünü bekleyen S. ile arkadaşlık kuruyor. Anlatıcı, kıskançlık, imrenme ve küçümseme gibi karışık duygularla hatırladığı ünlü yazara hayatının son günlerinde eşlik ederek onun son kitabını tamamlamasına yardımcı oluyor. Art arda gelen altı öykü boyunca okuyucu anlatıcıyla birlikte, S.’nin kendi muhtelif ölümlerine dair gördüğü rüyaların içerisinde dolaşmaya başlıyor.

Altı hikâyede de ölüm, ana kahramanları kötü bir ikizleri gibi takip ediyor ve farklı suretlerde karşılarına çıkıyor. Bu bazen, bir köyde kaçak aşıkları ev ev arayan bir askerin psikopat arkadaşı; bazen çocuk zalimliğinin mağduru başka bir çocuk; bazen de evinde kendi hayaletleriyle yaşayan yaşlı bir sarhoş. Kötü ikiz-Doppelganger’lar, hikâyeler arasında tekrarlayan bir motif zira S.’nin kendisi de alaycı bir ikiz tarafından takip ediliyor.
Anlatıcı, arkadaşı S.’nin kitabını son hikâyeyi yazarak tamamlıyor, böylece öyküleri daktiloya döken kişi olmaktan çıkıp, gerçek anlamda “bir yazarın son fantezisinin parçası”na dönüşüyor. Hikâyenin bu kısmı, “Mulholland Çıkmazı” filminde Naomi Watts’ın oynadığı Betty karakterinin, sahnede izlediği şarkıcı yere yığıldığı halde şarkının hâlâ devam ettiği anı anımsatıyor. Filmde sunucu, “No hay banda”* der. “Bu bir yanılsama.” Benzer bir şekilde “Son Düş”de, anlatıcının kendisini sarhoş halde bir meyhaneden hışımla çıkarken izleme sahnesinin üzeri bir siyah bulutla kaplanır. Aynı siyahlık bir sonraki sayfada, perdede bitmekte olan bir filmin oynadığı bir sinema salonunun karanlığına dönüşür, ve anlatıcı kendisini, kısmen yaratıcısı olduğu fantezinin dışına çıkartılmış olarak izleyicilerin arasında bulur. Görüntülerin izleyiciler üzerinde bıraktığı etkiyi görmeyi arzular. “Sahneye çıkıp yüzlerine bakmak istedim her birinin…. Perdede gördüğü her şeye yabancı gözlerle bakan çocuk gözlerine hayranlıkla bakmak istedim.” Böylece kurguyla örülmüş yanılsama kırılır, izleyici ve izlenen arasındaki mesafe kapanır. Her şey, bir oyun, birbirinin içine giren kurgu katmanlarından oluşan bir tertibe dönüşür. Kitaptaki bu an, “Mulholland Çıkmazı”nda Naomi Watts’ın aldığı mavi kutu açıldığında, özenle oluşturulmuş kimliğinin kendisi tarafından tasarlanmış aldatıcı bir fantezi olduğunu ortaya koyulduğu ana benzer bir duygu yaşatıyor.

Gerçekliğe yabancılaşma, alışagelmişin gizemli dış etkenlerle bozulması gibi motiflerin kitaptaki diğer öykülerde de işlendiğini görüyoruz. “Yalnız ve Sıkılmış Erkek Çeşitlemeleri” pandeminin boğucu karantina günlerini çağrıştıran bir atmosferde, kendi evlerine tıkılıp kalmış üç yalnız adam hikâyesinden oluşuyor. İçsel dünyalarının yoğunluğu, onlara dış dünyayı çarpıtma gücü veriyor. Kitaptaki en ayrıksı iki öykü sayılabilecek, “C.’nin Gözleri” ve “Benim Hikâyem” bizi kitaptaki diğer tüm öykülerden farklı dünyalara götürüyor. Akarsu’nun alışılagelmiş başkahramana sempati duyma meselesiyle oynadığı öykülerden ilki ne katile ne de maktule sempati duyamayacağınız bir cinayet öyküsü olarak kurulurken, ikincisi seks işçisi bir annenin hayatında dolanıyor.

Akarsu’nun hikâyeleri, pandemi sonrası İstanbul’u saran tanıdık ama değişmiş ruh halini mükemmel bir şekilde karşılayan bir cevap gibi. Akarsu, Açıyorum Gözlerimi öykü kitabında okuyucunun dikkatini bir zamanlar bildikleri bir dünyaya çekerken, bu dünyayı parçalarına ayırıyor ve altında yatan tekinsizliği yüzeye çıkarıyor.

*Grup yok