The Man In The High Castle İkinci Dünya Savaşı’nın Mihver Devletleri tarafından kazanıldığı ve Amerika’nın üçe bölündüğü karanlık bir dünyayı anlatıyor. Dizinin atmosferi bu karanlık dünyayı aktarmakta en önemli silah olarak kullanılıyor

The Man In The High Castle: Bir Amerikan kâbusu

FATİH ŞALO - caykahve@gmail.com

1962 yılında bir tür “paralel tarih” kitabı olarak Philip K. Dick tarafından yazılan The Man in The High Castle’ın, 20 Kasım’da Amazon tarafından 10 bölümü birden yayınlandı. The Man in The High Castle İkinci Dünya Savaşı’nın Mihver Devletleri tarafından kazanıldığı ve Amerika’nın üçe bölündüğü karanlık bir dünyayı anlatıyor. Dizinin atmosferi bu karanlık dünyayı aktarmakta en önemli silah olarak kullanılıyor.

Dizi 1962 yılında üçe bölünmüş Amerika topraklarında geçiyor. Almanlar Amerika’nın Doğu yakasını, Japonlar ise Batı yakasını işgal etmişken ortada da iki devletin arasında yer alan “tarafsız bölge” yer almakta. Hitler’in halen hayatta olduğu bu dünyada garip bir şekilde yeni bir savaş çıkmamasının nedeni de Hitler’in Japonlara karşı takındığı barış yanlısı tutum. Bu sürpriz tutumun Hitler’in ölümü ile sona ereceğini bilen Japonlar ve Almanlar yavaş yavaş birbirlerine karşı hazırlıklar içerisine girmekteler.

BİR TÜR BİLİMKURGU

The Man in The High Castle’ı gözünden izlediğimiz karakterler ise “Direniş” adlı Amerika’nın savaş öncesi günlerine dönmesini isteyen gizli bir örgüt. Bu örgüte beklenmedik bir şekilde dahil olan Juliana Crain’in her şeyin akışını değiştirecek kargosu ile çıktığı macera, izleyicilere uzun zamandır televizyonlarda görülmeyen bir tür bilimkurguyu izleme şansı veriyor.

Dizinin oyunculuklar açısından ortalamayı geçemiyor olması en büyük zaafı. Karakterlerin son derece fiyakalı olabileceği yer yer anti kahraman havası estiren tavırların hayli tereddütlü oyuncular elinde kaybolmasını görmek üzücü. Öte yandan ilerleyen bölümlerde karakterlere alıştıkça oyuncuların yaşadığı zorlukları göz ardı etmek mümkün oluyor. Alexa Davalos’un ve Joel de la Fuente’nin gösterdiği göz dolduran performans bir kenara konulacak olursa dizide geriye kalan tüm karaktelerin vasata oynadığını söylemek lazım.

The Man in The High Castle’ın en kuvvetli olduğu kalem ise kesinlikle atmosfer. Film Noir eserlerini andıran bir ışıkla mütemadiyen puslu havanın birleşimi The Man in The High Castle’ı izlerken insanın ister istemez izlediklerinden korkmasına ve “ya gerçek olsaydı” düşüncesine kapılmasına neden oluyor. Bu atmosferin şiddetlendiği dakikalar ise bölümler ilerledikçe sarpa saran örgüsünde saklı. Ana karakterlerin hükümranlığı bir kenara konulursa dizideki tüm yan karakterlerin türlü hak ihlallerine maruz kalması, sapkın Nazi düşüncesinin karanlık yanları diziyi izlerken seyircinin yakasını bir türlü bırakmıyor. Bu nedenle diziyi izlerken yer yer bunalmak da mümkün. Bu noktada Amazon’un dizinin tüm bölümlerini tek seferde izleyicilerin karşısına çıkartmasının biraz problemli olduğunu düşünüyorum. Bu denli karanlık bir diziyi 2 bölüm üst üste izlemek dahi hayli can sıkıcı olabiliyor. Aksiyonun çok ön plana çıkmayan, ağırlığını genel havası ile kazanan yapımları aralıksız izlemek seyir keyfini çok düşürüyor.

KESİNLİKLE İZLENMELİ

The Man in The High Castle Türkiye’de tarih denildiğinde herkesin en sevdiği spor olan “Ya savaşı X kazansaydı?” oyununun diziye dönüşmüş hali. Bu bakımdan bilimkurgu türünü sevmeyen izleyicilerin dahi şans vermesi gereken bir dizi olduğunu söylemek lazım. Televizyonda uzun zamandır 1960’ların estetiği ile karanlık atmosferi birleştiren bir yapım görmemiştik. The Man in The High Castle son dönemde yapılan işlerden sadece bu özelliği ile bile sıyrılabiliyor. Kış aylarının uzun gecelerinde bir saatlik eğlence arayanlar için The Man in the High Castle kesinlikle izlenmesi gereken bir yapım olmuş.