Gittiğimde babam yemek yiyordu. Ağzında koca lokması beni öyle nefes nefese görünce bir an ağzı durdu. Yüzüme bakmadan sordu “tıraş olmadın mı sen?” Sonra çiğnemeye koyuldu

Tıraş

Deniz Doğan

Anımsa, her er kişinin tarihidir Berber koltuğunda ilk tıraşı. Azdan çoğa sayarlar o günü. Bir halttır yaradığı, bir erkeklik törenidir, bir marifettir şanına kattığı. Anımsa!

Nasıl unuturum, canım Hırdavatçıyı tırıs geçmiş koltuğa kurulmuştum. Ayaklarım zar zor yere değiyordu. Satmıştım Berber’in tıraş seremonisine, Hırdavatçının Dülgerini, Nalıncı Keserini, Terli Boncuğunu...

İlk tıraş inadı bu, hiç unutur muyum. Bir yaz başıydı; sabahın ilk saatleri, sütlimandı ortalık. Su serpilen dükkân önlerinde oyalanmış yalancı bir yağmur kokusu duymuştum. Berber, güneşli köşeye atmıştı tabureyi. Gazeteyi yaymış, sıkıca sarılmıştı çay bardağına. Tek satır atlamadan bir fırt çekiyor öteden duyuluyordu. Berber İhsan derlerdi. Eğri tabelasına inatla bakınca makas şekli hâlâ seçiliyordu. Silik harfler içiçe geçmiş, okunmuyor diye fısır fısır dertleşiyordu. Bense ağzı açık makasa, ‘Berberin İhsan’lı harflere bakar neler kurardım. Bir ben miydim böyle!

Küskün sokaklarda baygın bir iğde kokusu, başımda avareliğim teklifsiz daldım açık kapıdan. Nasılsa görür. Ardım sıra bakıyordur şimdi, gözlüğünün üstünden öyle dik dik. Gidip koltuğa oturdum. Bi afra bende, bi tafra. Para cebimde ya! Şu içinde kaybolduğum koltuk, kulağımda şakırdayacak makas, etrafımda dört dönecek berber, yakan limon kolonyası, yüzümü gömeceğim havlu, ferah tıraş sabunu, cümle takım taklavat... Bir de duvardaki resim: bir yanda veresiyeci öte yanda peşinci. Kalın bir çizgi bölmüştü ikisini. Veresiyeci çaresiz başını kaşırdı, kaynardı kanım. Musluk hep damlar, radyo her dem çalardı. Para tezgâha bırakılır çıkılırdı. Bazen ‘günahımız ne?’ diye hesabı soran “dışarlıklı” biri gelir şaşar kalırdı İhsan Amca. Ustura, yağ gibi kayardı elinde. Yine de kantaşı hep göz önündeydi.

Ne sabah çayıymış arkadaş, istifini bozmuyordu hiç. Pirelendim iyice. Hoş, gelse şimdi lök diye kalacaktım. Bari ne diyeceksin onu düşün. ‘Çek bir sakal.’ desem, ne öyle dürüm söyler gibi. ‘Sakal tıraşı olabilir miyim?’ Bu da ana kuzusu gibi oldu. Tıraş olayım istemezdi anam. “Oğlum, yüzün kösele gibi olacak, kıymetini bil» derdi.

Gel artık İhsan Amca. Kemireceğim şimdi bıyıklarımı. Gel! Duydu mu nedir, iki adımda dikildi başıma. Yüzüme bakmıyordu hiç. Gerildi tıraş önlüğü üstüme, boynuma ilmiklendi sonra. Öyle sıkı. Tek parmağını boynumun etrafından gezdirip esnetti. Oh be! Göz ucuyla şöyle bir baktı aynaya: “Kimin oğlusun sen?» dedi. Niyeyse sevmezdim bu soruyu. Bilmezdim insan lotaryası olduğunu. Bakalım tutacak mıydı? Bir halt yapardın sorulurdu. “Kimin oğlusun?” İyi bir haltsa hah; belliydi zati, armut dibine düşmüştü. Değilse, cık cık hiç yakışıyor muydu Beyzadelerin oğluna.

Kimin oğluymuşum! Isırgan otu vurulmuş gibi kızardı kulaklarım. Sanki dev aynasını çakmışlardı gözüme. Usturayla dikilmiş bakıyordu İhsan Amca. Kimin oğluymuşum? Bir avuçluk yer, babam az mı getirdi buraya. Nasıl hatırlamaz bir kenarda unutuluşumu. “Alabulus yapıver İhsan. Ben bir saate gelirim”derdi. Nasıl bilmez nasıl, kim olduğumu.?

İhsan Amca hâlâ cevap bekliyordu. Böyle destursuz, hem de sabahın köründe, dükkâna dalacaksın, kimin oğlusun diyecek çıt çıkarmayacaksın öyle mi! Hiç mi terbiye görmemiştim. O mülayim adam gitmiş, sanki Ustura Kemal gelmişti.

Heybetim gitti, dağıldı fiyakam. Çektim kolçaktan kollarımı. Söndü tıraş sevdam. Ufaldım kaldım. Ne işim vardı burada! Yine öyle kenarda yok sayılsaydım. İhsan Amca sabunu köpürtse, başka suratları kazısaydı. Radyodaki şarkılar gibi gelip geçseydi her şey, biri bitip diğeri başlasaydı. Her dert sahibinin biraz da bunun için geldiğini sezerek evcimen seslerle dolsaydı kulağım. Sıcak köpüğün içinde oyalansam sabun kokusunu çeksem, radyo dinlesem, makas şıkırtısından ritim tutsam, yerde öbek öbek saçların sahiplerini bulsaydım. Şu uzun sarı saçlar bir çocuğundur. Boyu yetişmemiş, altına bir tabure takviye edilmiştir. Ağlamıştır hayli. Sarı saçların içindeki kırık beyazlar da bir kış daha devirdiğine sevinen Tekin Amca›nın olmalı. Çırak hepsini alır çöpe süpürür.

O ara bağırdı İhsan Amca.»Sana diyorum oğlum, sağır mısın? Hasan›ın oğlu değil misin sen?"

Oyun bitmiş, lotaryanın sonuna gelmiştim. Başım önümde sallayarak onayladım. Bu başım! Babamın sözü çınladı kulağımda “Bir tek Berber’de eğilsin başınız” Eğmesem olmaz mıydı? Bağlanıp kalmıştım koltukta. Alaycı bir tavırla sordu: “Saç mı sakal mı?”

Söyleyip kurtuluyorsun ne kolaymış. Bıyığım dışında uzayan ne vardı ki? Her şey aynıydı bu kasabada. Aynılığın sıkıntısı basmamıştı daha. “Bıyık, bıyıklarımı kestirmeye geldim." diye kekeledim. Güldü. Daha önce hiç böyle güldüğünü görmemiştim.

“Erkeğe bak hele! Bıyık ha? Len, ne zaman su yürüdü şeyine de bıyığını kestiriyon sen?” dedi. Yüzüm karıncalandı. Hemen köpükle kapatsa ne iyi. Neyse ki, hâlâ ikimizdik dükkânda. Bol köpükle yüzümü fırçaladı. Fırça kılları sert, köpük sıcak. Tıraş sabununda hep gülen bir adamın fotoğrafı vardı. Öyle köpük içindeyken, bir an aynada yeryüzünün bütün işlerine bulaşmış, göbeği gömlek düğmelerinden taşmış, bol çocuklu bir herif göründü gözüme. Gömlek cebi sıkış tepiş; ezilmiş bir paket sigara, tükenmiş kalem, kırık bir kimlik, tarak, katlama yerlerinden koptu kopacak birkaç mühim kağıt... Demek her şey bu koltuğa oturmakla, kıl tüyle başlıyordu. Böyle adam olunuyordu demek. Tıraş sabunundaki adama baktım. Sırada okul, sırada asker, sırada damat tıraşı. Nefesim kesiliyordu. Kulübe hoş gelmemiştim.Yetmez gibi İhsan Amca usturayı çıkardı. Körelmiş jileti atıp yenisini sürdü ağzına. Şakası yoktu.

Epey zaman önce de babam oturtmuştu bu koltuğa. İlk, okul tıraşı! Uzayan saçlarımı, --yaz boyu rüzgârda taralı saçlarımı- kucağıma dökmüştü. Sonrası okuma fişleri, sıra dayağı...

O ara, nasıl olduysa koltukta iğne yemiş gibi bağırdım. Tıraş olmak istemiyoruum! Ustura sıyırıp geçti yanağımı.

Boğazımda ilmikli önlüğü söküp attım. Sokağa taştım. Deli gibi koşmaya başladım. Birazdan dolardı herkesin bir kalıba döküldüğü dükkân. Koş! Konuşulurdu, memleket ahvali, mahalle dedikodusu, bu sene kim şampiyon olur? Kaç! Eritiyorlar kabına sığmayanı bir kalıpta. Koş! Köpüklü yüzümü elimin tersiyle sildim. Eve vardığımda nefes nefeseydim. Şimdi yetiştirmiştir babama İhsan Amca. Hem de gülmekten katılarak; “seninki geldi bu sabah” demiştir. “Tıraş olacaktı vazcaydı. Öyle köpük içinde kaçtı gitti.”

Gittiğimde babam yemek yiyordu. Ağzında koca lokması beni öyle nefes nefese görünce bir an ağzı durdu. Yüzüme bakmadan sordu “tıraş olmadın mı sen?» Sonra çiğnemeye koyuldu.

Sorulunca, sokağın ucunda görününce, ev yoluna düşünce, akşam çökünce, sofraya çağrılınca, yemeğe, -o gürültülü sessizlik içindeki yemeğe- aynı anda kaşıklar sallanınca, hep kaçsam diyorum.

Bağırarak olmadım işte dedim. Bir su yükseldi içimde. Üsteledim. “Hem, sen nerden biliyorsun ki?” Kaşığı bıraktı. “Nerden olacak hıyar ağası. Kulağındaki köpükten.” deyip koyverdi. Hışımla sildim kulağımı. Yine sokağa taştım. Deli gibi koşuyordum. Dünya alem bir olmuş bana gülüyordu sanki.

Nerden nereye! Kaç tıraş geçmiş üstünden. Şimdi berbere gitsem üç beş dedikodu, şampiyonluk mevzusu, memleket ahvali...

Kes dedim oğlum tıraşı. Gitmedim.