Toplumlar neden iç savaşa sürüklenir?
Donald Trump fanatiklerinin 6 Ocak Kongre baskınından. (Fotoğraf: AA)

Richard E. RUBENSTEIN

Toplumsal çatışmaları inceleyen uzmanlar, ABD’deki siyasi ve kültürel kutuplaşmayı bir süredir endişe verici buluyorlar. Yazılan kitaplar, yapılan yayınlar ülkenin aşırı sağcı “Kırmızı” kanadıyla, sol-liberal “Mavilerin” silahlı çatışmaya girme ihtimalinden endişeyle söz ediyor. Bu korkutucu ihtimale ciddiyet katan diğer bir olgu da, 300 milyon nüfusa sahip olan ülkede 400 milyon silah bulunması. Üstelik, siyasi partiler, hükümet birimleri, seçim ofisleri ve mahkemeler gibi, sorunları ‘şiddet dışı’ yöntemlerle çözmesi gereken kurumlarda dahi kutuplaşma hat safhaya çıkmış bulunuyor.

Donald Trump fanatiklerinin 6 Ocak günü Kongre Binası’na saldırmasından sonra, “yeni iç savaş” tartışmalarının büyük bölümü aşırı sağcı ve silahlı milis yapılanmalara ve gruplara yoğunlaşır oldu. Kendini milliyetçi muhafazakar, Hristiyan muhafazakâr ya da beyaz üstünlükçü olarak tanımlayan bu aşırılıkçı kitlenin 30 bin kadar insandan oluştuğu tahmin ediliyor. Bu kişilerin birçoğu eski asker, polis ya da güvenlik görevlisi. Silah kullanmayı biliyorlar.

ABD gibi görece varlıklı uluslarda dahi insanların şiddet içerikli eylemlere yönelebilmesi ardındaki gerekçe nedir? Altta yatan gerekçelerden uzun bir liste çıkabiliriz: Ekonomik adaletsizlik, etnik gruplar ve ırklar arası gerilimler, kültürel farklılıklar, ve benzeri… Bunlar haricinde üç ‘öznel’ sebepten de söz edebiliriz; Toplumda giderek yaygınlaşan ‘ya hep ya hiç’ algısı, aracı kurumlara güvensizlik ve savaşın çoktan başladığı algısı.

YA HEP YA HİÇ

Siyasi çatışmaların genelde şiddete varmadan sonuçlanabilmesinin bir sebebi, karşı tarafın taviz vermeye zorlanabileceği ve krizin az zararla atlatılabileceği algısıdır. “Yarın tekrar savaşabilmek için hayatta kalma” stratejisi olarak tanımlayabileceğimiz bu yaklaşımda, iki varsayım mevcut. Bir defa, çatışmaya konu olan görüş ayrılıkları pazarlığa açık olmalıdır. Ayrıca, mevcut çatışma durumunun neticesi ne olursa olsun, daha geniş çerçevede ‘sistemin’ ayakta kalacağı varsayılır.

Diğer yandan, eğer çatışmanın konusu asli değerler ise ya da çatışmada yenik düşmek mevcut siyasi sistemi kökten değiştirecekse, bu koşullar altında ‘ya hep, ha hiç’ anlayışı gelişecek ve tarafların şiddete başvurma ihtimali artacaktır.

Örneğin, Donald Trump’ın 2020 seçimlerini geçersiz sayma girişimi için, ya da Beyaz Saray’dan gizli belgeleri çıkardığı için yargılandığını düşünelim. Bu gibi bir senaryoda başlıca sorun şu ki, insanlar sistemin “hileli” olduğunu düşünüyor. Bir siyasi hareketin şiddete başvurmasındaki önemli bir sebep de, insanların “barışçıl” yöntemlerin asla işe yaramayacağına ikna olmalarıdır.

GERİ SAYIM BAŞLADI

Peki ABD ciddi anlamda toplumsal şiddet ile karşılaşmaya ne kadar yakın? Geri sayımın başladığını düşünenler az değil. Fakat aslına bakılırsa, amaçlarını gerçekleştirmek için siyasi araçları kullanabileceklerine inananların sayısı bir hayli fazla. Sağcılar ABD Yüksek Mahkemesi, alt mahkemeler, ABD Senatosu, eyalet yönetimleri gibi kurumları hedefliyorlar. Sol siyasetçiler ise Temsilciler Meclisi, Devlet Başkanlığı ve geriye kalan eyalet yönetimlerini hedef alıyorlar. Sorun şu ki, iki taraf da bu dengenin her an yitirilebilir olduğunu hissediyor. Oynanmakta olan siyasi oyun, ‘ya hep, ya hiç’ yaklaşımlarını dizginliyor. Fakat Kasım 2022 seçimleri her iki taraf için de hayati önem arz ediyor ve riskler artıyor.

Toplumsal şiddeti körükleyebilen diğer bir olgu da, toplumsal hareketlerin kutuplaşma eğilimidir. Bu gibi durumlarda karşıt gruplar arasındaki çatışmayı yumuşatma ve yönetilebilir kılma görevi olan kurumlar işlevsiz hale gelebilir. Tabii bazı kurumların “siyaset üstü” olduğu görüşü hiçbir zaman doğru olmadı. Yine de, bazı yasama ve yargı kurumlarının görece bağımsızlığı, bazı yargı mensuplarının seçim meşruiyetini koruyucu görevde olması geçmişte şiddeti önleyen birer unsur olmuştur.

Buna rağmen siyasi kutuplaşma yirminci yüzyılda bile ürkütücü bir olgu olmuş, sanayi alanındaki emek mücadelesi, denizaşırı ülkelerde yürütülen savaşlar, etnik gruplar ve ırklar arası gerilim gibi olgular üzerinden kendini göstermiştir. Toplumsal şiddeti önlemede kilit önem taşıyan başlıca kurumlar da toplum nezdinde “siyaset üstü” görülen federal mahkemeler, Adalet Bakanlığı ve FBI gibi kurumlar olmuştur.

Fakat mevcut toplumsal iklimde bu kurumlara duyulan güven de eriyor. Örneğin, 2021-22 döneminde Yüksek Mahkeme’nin aldığı bazı kararları düşünelim. Bu kararların altına imza atan ‘muhafazakar’ yargı mensuplarının, aldıkları kararları mevcut durumu ‘muhafaza etmekten’ ne kadar uzak olduğunu anladıklarını sanmıyorum. Yasal dayanağı ne olursa olsun, Yüksek Mahkeme’nin aldığı kürtaj kararı mahkemenin kuruluş amacına ters düşüyor. “Kişilerin değil, yasaların iktidarını” güvenceye alması gereken mahkemenin aldığı karar, toplumda alevlenen ‘ya hep, ya hiç’ algısının üzerine benzin dökmüş oldu.

İşin kötüsü, bu tür gelişmeler yaşandıkça, ‘güvenilir aracılık’ görevini toplumun kabulüyle icra edebilecek tek kurumlar, askeri birimler olacaktır. Şiddete sürüklenmeyi gerçek bir tehdit olarak algılayan toplumlarda askerin ‘Anayasa’yı kurtarmak’ için müdahalede bulunması, ‘tabu’ olmaktan çıkıyor.

ŞİDDETİN YAPISAL SEBEPLERİ

Kitlesel şiddet kapısını aralayan diğer bir olgu da siyasi şiddetin şimdiden arttığı ve topluma yayıldığı algısıdır. Eline silah alıp, silahlı bir gruba katılan birçok insan, şiddeti başlatan tarafın kendileri olmadığına inanıyor. Kendilerini şiddete karşı savunduklarını, bir noktada düşman ile çarpışmaktan başka seçenekleri kalmayacağını düşünüyorlar.

Çok geçmeden ise imrenerek baktıkları şehitleri, öçlerini almak istedikleri gazileri oluyor. Bunu takiben şiddete dayalı kahramanlık destanları yazılıyor, kişiler başkalarını ‘uyandırmak’ için bireysel fedakarlıklar yapmaya meyilli hale geliyor. Toplumsal çatışmanın şiddete dönüşme riskine dair en büyük işaret, bu olabilir.

ENGEL OLMAK İSTİYORSAK

ABD’de yeni bir iç savaşın patlak vermesine engel olmak istiyorsak, bir defa kentlerde yaşayan, eğitimli Mavi seçmenlerin bir şeyin farkına varmaları gerek. Kırsal kesimlerde yaşayan Kırmızı seçmeni eli silahlı, İncil sallayan fanatiklere çeviren sistemin, kendilerini köleleştiren ‘sınırsız kazanç’ güdümlü sistemle aynı olduğunu fark etmeliler.

Sokakları polisler ile donatan, okulları eğitim veremez hale getiren, aileleri sevgisiz ve güvencesiz bırakan, bitmek bilmeyen denizaşırı savaşlar yaratan, küresel çevre krizini tetikleyen, insanları kirayı bile ödeyemeyen maaşlara mahkum eden de aynı sistem. İşlevini yitiren kamusal hizmetlerin yerine özel hizmetler satın alabilecek kadar zengin olan ‘başarılı girişimci ve profesyoneller’ hariç herkes, sahip oldukları kısmi ayrıcalıkları kaybetmemek için giderek daha hızlı koşmaları gerektiğini fark ediyorlar. Bunun psikolojik beledi Maviler için de, Kırmızılar için de çok ağır. Sorunun diğer taraf olduğunu düşünme eğilimi de çok güçlü. Mavi ve Kırmızı kabileler arasındaki gerilimi tırmandıran da, sistemsel düşünmedeki bu başarısızlık. Ortak düşmanlarının ruhsuz ve yırtıcı kazanç sistemi olduğunu, bu sistem tarafından temel insani ihtiyaçların gözardı edildiğini kavramalılar.

Bana kalırsa toplumu pençesine alan kriz algısı siyasi tabuların altını oydukça, toplum bu bilinci kazanacaktır. Bu esnada, ‘ya hep, ya hiç’ yaklaşımı ile mücadele etmeliyiz. Konu Donald Trump gibi suçluların yargılanmasına geldiğinde ise, hilebazı değil, hileli sistemi hedefe koymalıyız. Trump, kapitalizm denen toplumsal hastalığın bir semptomuydu. Semptomu değil, hastalığı tedavi etmeliyiz.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: Counter Punch