“Kapitalist toplumda yalnızlaşma, bireycilik ve rekabet insanı sosyal bir varlık olmaktan çıkarıp onu finansal sisteme bağımlılığı artan bir tüketici haline getiriyor. Tarihte kooperatifler çalışanlar için yabancılaşmanın aşılması, dayanışma ve birlik duygularının güçlendirilmesi gibi işlevler taşıyan bir okul özelliği de taşıyor.”

Toplumsal dayanışma nüveleri

BİRGÜN KOLEKTİF

Kooperatifçiliğin toplumsal mücadeledeki rolünü akademisyenler Uygar Dursun Yıldırım ve Serkan Öngel ile konuştuk.

Kooperatifler kapitalizme karşı alternatif zeminler olabilir mi? Sistem dışında kendilerini var edebilirler mi?

Birlikte, ortaklaşa çalışarak toplumsal, kamusal işlerin yürütülmesi temelinde çalışan organizasyonları tarih boyunca görürüz. Bizim toplumumuzda da köy hayatının ortak, kamusal işlerinin yürütülmesinde varlığını sürdüren ancak son dönemde büyük ölçüde çözülen “imece geleneği” var. Ancak birlikte, eşitlikçi ve katılımcı temelde üretim ve yönetim süreçlerinin modern referanslarına baktığımızda aklımıza ilk gelen örgütlenmelerden biri kooperatiflerdir. 19. yüzyıl İngiltere’sindeki en erken örneklerinde kooperatifler, kapitalist sistemin işsizlik, yoksulluk ve güvencesizlik gibi ürettiği hastalıklara, devletten ve sermayeden bağımsız bir çözüm arayışının ürünü olarak gündeme geliyor.

Başka bir kooperatifçilik modelini “azgelişmiş”, “üçüncü dünya” gibi kavramlarla anılan ülkelerin kalkınma, sanayileşme süreçlerinde taşıdıkları işlevlerle görüyoruz. Bu deneyimlerde kırsal kalkınma ve tarımın sanayileşmesi, köylülüğün geniş kesimlerinin ulusal pazarla entegre edilmesi gibi işlevler taşıyan kooperatifler büyük ölçüde merkezi devlete bağlı yapılardır. Ulusal kalkınmacı çizgide faaliyet gösteren bu kooperatifleri kapitalizme alternatif olmak yerine daha çok devlet eliyle iç pazar ve kapitalizmle eklemlenmenin alternatif yolu olarak değerlendirebiliriz. Son dönemde kooperatifler Dünya Bankası’nın kırsal kalkınma programları çerçevesinde yaptığı projeler içinde önem verilen kurumlar haline geldi. Kısacası bütün bu deneyimler kooperatiflerin tarih boyunca sistem dışına çıkma kabiliyetleri gösterdiği gibi sistemin inşasında ve yeniden üretiminde de kimi roller üstlenebildiğini gösteriyor.

Kooperatif tipi örgütlenmelerin alternatif olma özelliklerini tarım ve gıda alanı üzerinden ele alırsak şunları söyleyebiliriz; 1980, 1990’lar ve 2000’lerin başından itibaren Türkiye’de tarım ve gıda alanında devlet kamusal düzenleyici işlevlerinden vazgeçerken, geniş bir sermaye grubunun bu alanda hakimiyet kurduğunu söyleyebiliriz. Özellikle son 20 yılda bir avuç yerli ve yabancı sermaye grubuna bağlı geniş bir aracı grup tarımsal üretim, fiyat ve bölüşüm süreçlerini büyük ölçüde kontrol etmektedir. Bunun sonuçlarını gün gün kırsal alanlarda işsizliğin ve yoksulluğun yaygınlaşmasıyla görüyoruz. Aynı zamanda yoğun kimyasal, fenni gübre, tarımsal ilaç kullanımına açılan tarımsal gıda üretimi daha önce hiç olmadığı kadar insan sağlığı, doğa ve canlılar üzerinde bir tehdit haline geliyor. Bunun yanında son dönemde kurulan çok sayıda üretici ve tüketici kooperatifi geniş bir aracı ve sermaye grubunu aradan çıkararak üretici ve tüketici arasında bir köprü oluşturmaya çalışıyor. İzmir ve İstanbul’daki üretici ve tüketici kooperatifleri, Hopa, Ovacık gibi ilk akla gelen deneyimler üretim, tüketim ve yönetim süreçlerinin katılımcı temelde düzenlenmesi, insan sağlığı, doğa ve canlıları merkeze alan bir üretim anlayışı, aile emeğine dayalı üretimin desteklenerek işsizlik ve göçün engellenmesi gibi hedefler etrafında örgütleniyor. Bu açılardan kapitalizmin tarımda yarattığı büyük yıkıma karşı toplumun güvencesizleşen kesimlerinin dayanışma ve iş birliği temelinde yeni bir kooperatifleşme dalgasını gündeme getirdiğini söyleyebiliriz. Ayrıca tiyatro, bilişim, basın yayın gibi farklı alan ve sektörlerde yer alan güvencesiz kesimlerce son dönemde kurulan kooperatifler, bu dalganın tarım ve gıda alanıyla sınırlı olmadığını gösteriyor.

Kooperatiflerin kamucu bir ekonomide yeri nedir?

Türkiye’de kentleşme ve konut, tarım ve gıda, medya, eğitim, sağlık, enerji, doğa gibi maddi hayatın yeniden üretimiyle doğrudan ilgili alanlarda ortaya çıkan toplumsal sorunlara bağlı risk ve belirsizliklerin son yıllarda giderek arttığını görüyoruz. Bize göre içinde bulunduğumuz dönemde bu sorunların ortaya çıkmasında kendisini gösteren en önemli neden kamusal, toplumsal niteliği olan alanların büyük ölçüde küçük bir azınlık sermayedar grubun sermaye birikimi ve kârlılık ihtiyaçları temelinde düzenleniyor olmasıdır.

Kooperatifler devletin dondurduğu, şirketler ve özel çıkar gruplarının felç ettiği kamusal alanın yeniden inşası için önemli fırsatlar sağlıyor. Kooperatif tipi örgütlenmeler ekonominin kamusal, toplumsal niteliğini güçlendirebileceği gibi son dönemde farklı sektörlerde giderek genişleyen güvencesizlerin kendi deneyim ve tecrübelerini inşa edebileceği yeni bir imkân haline gelebilir. Yine tarım ve gıda alanından örnek verirsek az sayıda şirket, market, banka ve aracının hâkim olduğu mevcut yapıda çiftçiler, tarım işçileri, kentsel tüketiciler yanında doğa ve diğer canlılar üzerinde büyük bir baskı uyguluyor. Bunun yanında son yıllarda takip ettiğimiz kimi kooperatif deneyimleri çiftçiler, çocuk işçileri, kentteki alt sınıflar, doğa ve canlıları merkeze alan, daha kapsayıcı bir üretim ve tüketim süreci organize edebiliyor. Henüz Türkiye’nin çeşitli yerelleriyle sınırlı bu kooperatif deneyimleri daha güçlü bir kamusallık vaat ediyor. Dolayısıyla kamusallık gücü yüksek bir ekonominin inşasının yollarından biri yerellerde sistemin dışladığı, güvencesizleştirdiği kesimlerin deneyimlerine, tecrübelerine yaslanan kooperatif deneyimlerinin yaygınlaştırılmasından geçebilir. Ancak bu kooperatiflerin son yıllarda toplumda yaşanan siyasi kutuplaşmaları aşan, birleştirici yönü ağır basan ve farklı yerellerle ilişkilenebilen özellikler taşıması da büyük önem taşıyor.

Dayanışmacı toplumu kooperatifler zemininde örgütleyebilir miyiz?

İçinde yaşadığımız kapitalist sistem 21. yüzyılda ekonomik süreçler içerisinde olduğu kadar hayatın bütün alanlarında giderek büyüyen bir yalnızlaşma ve yabancılaşma üretiyor. Kapitalist toplumda yalnızlaşma, bireycilik ve rekabet insanı sosyal bir varlık olmaktan çıkarıp onu giderek güvencesizleşen, finansal sisteme bağımlılığı artan bir tüketici haline getiriyor. Artan psikolojik sorunlar, şiddet, taciz ve intiharlar olayları bize bu sürecin toplumda yaygınlaşan bir tramvaya neden olduğunu göstermektedir. Sistemin ürettiği bu hastalıklara yegâne çözüm hayatın her alanında dayanışma ilişkilerinin yeniden örülmesidir. Bu açıdan kooperatifler emekçilerin, güvencesizlerin salt bir iktisadi girdi olmaktan çıkıp siyasi, kültürel yönleriyle toplumsallaştığı, dayanışma ve birlik içinde üretimi organize ettikleri kurumlar haline gelebilir. Nitekim tarihteki örneklerine baktığımızda kooperatifler taşıdığı ekonomik işlevlerin ötesinde aynı zamanda çalışanlar içinde yabancılaşmanın aşılması, dayanışma ve birlik duygularının güçlendirilmesi gibi işlevler taşıyan bir okul özelliği de taşıyor. Bunun için örnek deneyimlerin oluşturulması yanında mevcut deneyimlerin yerellerle sınırlı olmaktan çıkarılması gerekiyor.